Patriyarkayı içselleştirmiş kadınlar kendi statü ve hayatlarını güvence altına almak için -belki de mecburen- çocuk sahibi olmak zorundadırlar. İçselleştirilmiş patriyarka ile kadınlar anne olmaktan başka bir rol düşünmedikleri gibi, bunun doğallık vurgusu içinde gerçekleştirilmesiyle toplumsal düzende oluşan bizce bu ikincilleştirmeyi kabul etmişler ve kendilerini bu rollere gönüllü feda etmişlerdir. 

“Bu dünyaya, yemeğin pişmesini, bebeğin doğmasını, çamaşırların kurumasını beklerken, çamaşırların kuruduğunu, yemeğin piştiğini ve bebeğin doğduğunu yazan bir kadının gelmesini diliyorum. Ayrıca bunları yaparken aklına mukayyet olmasını istiyorum. Ayrıca bebeğe de iyi bakmasını diliyorum. Sıkıntılardan bir ev kurup ayakta tutmasını istiyorum. Bir gün bu olacak.”

Didem Madak

Bu yazı, anneler günü dolayısıyla küresel bir çağrının muhataplarına, bu çağrının ve elbette anneliğin de arkasında bulunan ekonomik pazarın büyüklüğünü göz önünde bulundurarak, anneliğe dair yerleşik fikirlerin annelik olmadığını söylemeye çalışır. Anneliğin inşa edilen, doğallığından uzaklaştırılan bir yapı olduğunu belirtir, kısacası annelik bildiğiniz gibi değil demek ister. Buradan hareketle bu metin patriyarkal annelik kurumlarının söylemsel alanına dikkat çekmektedir.

Kadınları ve erkekleri baskı altında tutan, teknolojinin de eklenmesiyle vaatleri genişleyen patriyarkal sistem içinde kadın bedeni, doğurganlığın dışında konumlandırılmadığı için ortaya çıkan sorunlar, aslında tüm toplumun kayıplarına sebep olur. Doğurganlığın yüceleştirildiği patriyarkal sistem içinde annelik, geçmişten günümüze değişen farklı anlamların yüklendiği söylemsel bir alandır. Elisabeth Badinter, dölütün (zigot)[i] embriyoya[ii] dönüşmesi sürecinde sağlam kalması ve hamilelik sürecine anneliğin ilk tanımı; çocuk bakımı, şefkat ve eğitimle devam eden sürece ise anneliğin ikinci tanımıdır der. Diana Gittins ise, yine iki annelik tanımı yapar ki, doğumla birlikte biyolojik temelli anneliğin bittiğinden, sosyal bir olgu olarak anneliğin devamından bahseder. Bu durum, toplumdan topluma ve kültürden kültüre değişmesiyle anneliğin toplumsal bir süreç olduğu sonucuna bizi ulaştırır ki, toplumun belirlediği kalıplar çerçevesinde “içgüdüsel, sezgisel, kültürel, ekonomik, politik, toplumsal, tarihsel” mitler şeklinde tarif edilir. Bu mitler anneliğin söylemsel kurgusunu güçlendirir ve biyolojik temelli anneliğin, söylem içinde kapladığı alanın küçüklüğünü gösterir. Kadınların bedenlerinde çocuk taşıyabilir olmaları ve doğumun gerçekleşmesi, kadınları erkeklere göre doğaya daha yakın gibi göstermektedir. Köklerini Antik Yunan’dan alan ve de Aydınlanma’yla birlikte keskinleşen ruh-beden karşıtlığı; erkek-kadın ikiliği üzerinden; aydınlık olanı, aklı, bilgiyi, yaratıcılığı erkekle ilişkilendirirken karanlık olanı, duyguyu, bedeni ve doğayı kadına atfeder.[iii]

Toplumsal farklılıklarla anneliğe yüklenen anlam değişebildiğine göre; gebelik, doğum, infertilite (kısırlık), emzirme, çocuk bakımı gibi işler de değişebilir kalıplardır. Nitekim Mary Douglas bize antropologların incelediği,  gebelik, doğurganlık ve doğmamış çocuğa “kirli ve tehlikeli” çerçevesinde yaklaşan bazı örnekleri aktarır: “Nyakyusalar arasında da benzer bir inanca rastlanmaktadır. Hamile bir kadının yaklaştığı hububatın miktarını azaltacağına inanılır. Zira içindeki cenin doymak bilmezdir ve hububatı kapabilir. Hamile kadının, ekin biçen ya da bira mayalayan kişilerle konuşmak için tehlikeyi önlemek amaçlı ritüel bir iyi niyet hareketi yapması gerekir. Ceninin ‘ağzı açık’ bir şekilde yiyecekleri kaptığı söylenir ve bu durum ‘içindeki tohumun’ ‘dışardaki tohumla’ savaşmasının kaçınılmazlığı ile açıklanır… Karnındaki çocuk… büyücü gibidir; yiyeceklere büyü yapılmış gibi zarar verebilir; bira bozulur ve tadı kötüleşir, yiyecek yetişmez, demircinin demiri ağır işlenir, süt ekşir… Karısının hamileliği yüzünden baba bile savaşta ya da avda tehlike altına girer.”

Anneliğe yüklenen anlamlar toplumsal kabuller ve tarihsel süreçlerde farklılaşmıştır. Sanayi devrimi öncesinde kadınların çocuk sevgisi günah sayılmış, doğum sırasında ve gebelikte görülen yüksek ölüm oranları çocuk doğurmayı istememek, emzirmek yerine sütannelerin varlığı ve kabulü ile sonuçlanmıştır. Sanayi devrimi öncesi çok çocuk daha fazla iş gücü anlamına gelirken, sanayi devrimi sonrası aynı yorumu fabrikalar için yapabiliriz. Böylece çocuğun konumuna göre annelik anlam kazanmıştır. Bu süreçte Badinter’in ifadesiyle en büyük kırılmanın yaşandığı 18. yüzyılın “yeni anneliği” ile annelik sevgisi, hijyen, bakım anlayışı değişmiştir. Eski Mısır’da kullanılan biberonlardan, günümüz yardımcı üreme teknolojileri ve in vitro (vücut dışı) döllenmelere kadar uzanan bu süreç içinde annelik, söylem içinde kazandığı anlamlara “iyi, fedakâr, kahraman, başarılı” vb. tanımlamaların ya da tersi sıfatların eklenmesiyle gelişmiştir. Kadınlar kültürün, toplumsalın içinde hazır buldukları deneyim, bilgi ve söylem içinde yeniden -aslında kendilerine miras bırakılan- annelik öznelliğini kurmuşlardır. Gündelik hayat pratiklerinden, teorik çerçevelere, söylem alanlarına kadar bu yaklaşım ile annelik konumları ve buna bağlı kadınlık konumları yapılandırılır. Fakat bu inşa patriyarkal mirastan bağımsız gerçekleşmediği için “doğuran kadın kadındır” söylemi tekrar edilmiş olur. Doğumla başlayan karşılıklı hissedilen ve yaşanan deneyimlerin sonucu oluşan annelik, patriyarka içinde kadının yapmakla yükümlü olduğu uğraşı, mesleğidir.

Cinsiyetçi ideolojiler, anneliği kadın için tek statü olarak kabul edip, topluma sunarlar. Doğumun kadınların anatomisine bağlı olarak gerçekleşmesi, Ferhunde Özbay’ın ifadesiyle cinsiyet rollerinin farklılaşması ve cinsler arası eşitsizliğin ilk gerekçesidir. Özbay bu nedenle kadının statüsünün doğurganlıktan bağımsız düşünülemeyeceğini savunur. Kandiyoti ise Ortadoğu, Çin, Hindistan, Doğu Asya toplumlarında kadınların erken evlilikle ev reisinin erkek olduğu hane içine girdiğini, çocuk cinsiyeti seçimiyle ve yaş hiyerarşisi ile iki kez ikincilleştirildiğini savunur. Erkek çocuk doğurmanın, aile içinde kıdem kazanmak; kadının statüsünü, güç dengesini değiştirmesi anlamına geldiğini, bu görece güçlü konumla var olan düzenin içselleştirilmesini ve böylece patriyarkanın yeniden üretilmesini sağladığını aktarır. “Bir kadın çocuk doğuramıyorsa, hatanın onda olduğuna inanılır. Bir çocuk -tercihen erkek- doğurmak öyle değerlidir ki, kadın ancak anne olduğu zaman statüsünün işareti olarak kofi denen beyaz başörtüsü örtebilir. Çocuk doğurmayan kadınlar, diğer işlerde ne kadar başarılı olursa olsunlar kendilerini açıkça ikinci sınıf hissederler.”

Annelik içgüdüsü ya da bakım işleri

Anneliğe özgün düşünme biçimlerinin uygulandığı bir pratik olarak annelik; korumak, yetiştirmek, eğitmek gibi bir dizi emek işini de kapsar ki, bu işler yalnızca kadınlara özgü olmadığı halde belirli duygu ve içgüdü gerektirirmiş gibi şekillendirilir. Fakat patriyarkal anlamda varoluşu temsil eden öğrenilmiş, inşa edilmiş annelik söylemleri, bu emek işini sanki kadınların ellerinde hazır reçeteler varmış gibi sunar. “Anneler ‘fedakar anne’ olmanın yanı sıra, çocuğun ilk öğretmeni, terapisti ve ev idarecisi de olmak zorundadırlar artık.” Annenin olmadığı durumlarda bu işler yine ailenin ya da toplumun diğer kadınları tarafından “yapılması gereken işler” kategorisine sokulur. Ve kadınlar anneliğin içgüdüsel olduğuna inanmakta olup buradan hareket ederler. Birinci dalga feminizm ile ikinci dalga feminizm arasındaki sessizlik süresinde annelik tartışmalarını başlatan ve iki dalga arasında bağ kurulmasında etkin olan Simone de Beaviour, kadının biyolojik yapısının bütünüyle insan türünün devamına dönük olmasından dolayı “bedensel yazgısını” annelikle tamamladığı ve bunun annenin doğal görevi olduğunu belirtir. Fakat “annelik içgüdüsü”, yani insan türüne uygulanabilecek bir annelik içgüdüsü olmadığını savunur. Kadınların gebe olup olmadığını anlamaması, sezmemesi ancak bir doktordan öğrenmesi ya da daha sonra ortaya çıkan belirtilerden anlamasını anneliğin içgüdüsel olmadığının kanıtı kabul eder. Elisabeth Badinter ise “annelik içgüdüsü” olarak tanımlanan kavramın olmadığını kabul etmekte ve anneliğin öğrenilmiş bir davranış olduğunu ileri sürmektedir. Anneliğe içgüdü olarak bakmak, kadınlara verili anneliği kabullenmek demektir.

Annelik içgüdüsü Badinter’e göre 18. yüzyılın son çeyreğinde gerçekleşen zihinsel bir devrimle ortaya çıkar. “Kadının her şeyden önce anne olması yükümlülüğü getirilirken iki yüzyıl sonra hâlâ canlılığını koruyabilen bir efsane yaratıldı: Annelik içgüdüsü…”. Yeni bir kavram olan annelik sevgisi ya da doğal içgüdü, anneliğin gerçekte ortaya çıkardığı tüm zorluk ve sorunların tartışılmasını engeller. Böylece kadınların gebelik, doğum ve çocukları büyüttükleri dönemde yaşadığı salt gerçeklerin ortaya çıkmasını da engeller. Coward’a göre annelik içgüdüsü; “Bizi anneliğin gerçek cazibesini, tatminini ve tuzaklarını anlamaktan, hayal edilen tatminin gerçeğe karşılık gelip gelmediğini değerlendirmekten alıkoyar. Karşılaşabileceğimiz sorunlar konusunda dürüst olmamızı engeller. Her şey annelik içgüdüsüyle açıklanabiliyorsa anne olarak karşılaştığımız bütün problemler kendi hatalarımızdan kaynaklanıyor olmaz mı?”

Kadınların sahip oldukları biyolojik yapılarıyla, organlarıyla, sosyal kültürel durumunu belirleyen annelik kavramı arasında, dolaysız bir ilişki yoktur. Bu yargının nedeni, her kadının anne olmaya ihtiyaç duyduğu savında yatar. Aynı şekilde, her kadının çocuk doğurmaya, annelik içgüdüsü nedeniyle kendi biyolojik çocuğuna ihtiyaç duyduğu savına karşı, radikal feministler “anne doğulmadığını, anne olunduğunu” ileri sürerler. Anne doğmayan kadınların çocuk karşısındaki tutumları, toplum içindeki durumuyla anneliği yüklenişine bağlıdır.[iv]

Annelik içgüdüsü kavramı bir doğallık barındırıyor ve buradan her kadının anne olmak isteyeceği savı ileri sürülüyorsa, kadınlar için çocuk sahibi olmak doğallık çerçevesi içinde kalır. Fakat bir yandan içgüdüsel annelik tanımı yapan kadınlar, diğer yandan çocukları üzerinde mülk sahibi gibi davranırlar. Mülkün sahibi olan kadınlar bu doğallığın ötesinde “sahip olan” olarak var olur. Bu ikilemle kadınlar annelik söyleminin öte yanında kalma arzusu taşımayan, söylemi çoğaltan kitleler olarak karşımızdalar. Çocuk sahibi olmak; meşru, tabii bir hak ve istenç iken, insan soyunun devamlılığı için zorunlu olması itibariyle de tartışmaya elverişli bir alan değildir. Buna mukabil; çocuk sahibi olmayı bu meşruiyetten çıkarıp onlar üzerindeki tasarruflarını “mülk” olarak değerlendirmek, tasarrufu elinde bulunduran mülk sahibini eleştiriye açık hale getirir. Annelik söylem ve pratikleri düşünüldüğünde, toplumsal karşılığın kutsallık çerçevesinde kurulmuş olması, kadınların tasarruf sahibi olmalarında etkili noktalardan biri iken, çizilen bu çerçevenin kapsamı patriyarkal sistem içinde belirlenir. Böylece doğurmayan/doğuramayan kadınlar sistemin iyi, fedakâr, yardımsever gibi “saygı görmeye layık davranışlar”ını sergileseler bile o çerçeveye dâhil olamayacaklardır.

Toplumumuzda çocuk anne, babanın ve diğer aile üyelerinin güç ve nüfuzunu sağlar. Kültürel kimliğin pekiştirilmesi ve soyun devamı anlamı taşır ki, aileler gelecek için çocukları bir sigorta olarak görmektedirler. “Çocuk hayatın merkezindedir” ve mülk çocuk getirisi dolayısıyla; geleceğin garantörü, neslin devam sağlayıcısı, anne babaya statü kazandırıcı olarak merkezi konuma yerleşmiştir.

Sonuç yerine;

Patriyarkal sistem dendiğinde, kadının cinselliği ve doğurganlığının da denetlendiği bir toplumsal sistem kastedilmektedir ve bu sistemde esas olarak korunan erkek çıkarlarıdır. Tayfun Atay erkekliği; “Erkeklik bir biyolojik cinsiyet olarak erkeğin toplumsal yaşamda nasıl düşünüp, duyup, davranacağını belirleyen, ondan salt erkek olduğu için beklenen rolleri ve tutum alışları içeren bir pratikler toplamı. Ancak kadınlık pratiğinden farklı şekilde erkeklik, bir iktidar pratiği olarak kurumlaşıyor” şeklinde tanımlar.

Bir iktidar pratiği olarak erkeklik, Fatmagül Berktay’ın ifadesiyle “kadını biyolojisi ve ‘doğa’sı gereği üreme işleviyle ‘sınırlandırmış’ erkeğin derine işlemiş korkusunu somutlaştır”mıştır. Bu korkuyu Berktay, “Kendilerine tanınan yeri ve sınırları aşmayı ve erkek denetimini kırmayı başaran kadınların erkek egemenliğine verecekleri zarar ve yıkımdan duyulacak korku!” şeklinde ifade ederken, kadına yapışmış bir sıfat olarak infertilitenin tanımlanması tam da bu korkuların yani iktidarın kaybedilmesi noktasında ortaya çıkar.

Patriyarkayı içselleştirmiş kadınlar kendi statü ve hayatlarını güvence altına almak için -belki de mecburen- çocuk sahibi olmak zorundadırlar. İçselleştirilmiş patriyarka ile kadınlar, anne olmaktan başka bir rol düşünmedikleri gibi, bunun doğallık vurgusu içinde gerçekleştirilmesiyle toplumsal düzende oluşan bizce bu ikincilleştirmeyi kabul etmişler ve kendilerini bu rollere gönüllü feda etmişlerdir.

Kaynakça;

  • Atay, Tayfun: Çin İşi Japon İşi Cinsiyet ve Cinsellik Üzerine Antropolojik Değiniler, İletişim Yayınları, İstanbul, 2012
  • Badinter, Elisabeth:  Annelik Sevgisi, çev. Kamuran Çelik, Afa Yayınları, İstanbul, 1992
  • Beauvoir, Simone de: Kadın “İkinci Cins” Evlilik Çağı, çev. Bertan Onaran, Payel Yayınları, İstanbul, 1993
  • Berktay, Fatmagül: Kadın Olmak/ Yaşamak/ Yazmak, Pencere Yayınları, İstanbul, 1998
  • Coward, Rosalind: Şu Hain Kalplerimiz, çev. Aksu Bora, Asuman Emre, Ayrıntı Yayınları, İstanbul,1995
  • Gittins, Diana: Aile Sorgulanıyor, çev. Yaprak Zihnioğlu, Pencere Yayınları, İstanbul, 1985
  • Kandiyoti, Deniz: Cariyeler Bacılar Yurttaşlar, çev. Aksu Bora,
  • Feyziye Sayılan, Şirin Tekeli, Hüseyin Tapınç, Ferhunde Özbay, Metis Yayınları, İstanbul, 2007
  • Özbay, Ferhunde: Kadının Statüsü ve Doğurganlık, Türkiye’de Kadın Olgusu, haz. Necla Arat, Say Yayınları, İstanbul, 1995

[i]                 Elisabeth Badinter’in eserinde dölüt olarak çevrilen kavram zigot yani döllenmiş yumurtaya karşılık gelir. Dölüt ise embriyonun organ taslaklarının ve gelişiminin büyük ölçüde tamamlandığı durumdur ve cenin demektir. Fakat bu metinde çeviriye sadık kalınarak dölüt olduğu gibi kullanılmıştır.

[ii]                 Embriyo, zigotun, arka arkaya mitoz bölünme geçirip hücre sayısının artmasıdır. TDK cinsiyetçi bir tutumla embriyoyu “oğulcuk” olarak tanımlamıştır.

[iii]                                Fatmagül Berktay, Tek Tanrılı Dinler Karşısında Kadın: Hristiyanlık’ta ve İslamiyet’te Kadının Statüsüne Karşılaştırmalı Bir Yaklaşım, Metis Yayınları, 2000, s. 129-147

[iv]                               Simone de Beauviour, :  Kadın “İkinci Cins” Evlilik Çağı, çev. Bertan Onaran, Payel Yayınları, İstanbul, 1993, s. 145.

 

 

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.