Bu söyleşiyi, Polonya Kadın Grevi örgütleyicilerinden Marta Lempart ile 7-9 Ekim 2019 tarihinde Talin’de gerçekleşen WAVE (Şiddete Karşı Kadınlar – Avrupa Ağı) Konferansı’nda gerçekleştirdik. Üzerinden bir yıl geçmiş olmasına rağmen Polonya’daki İstanbul Sözleşmesi tartışmalarının arka planını öğrenmek açısından oldukça güncel olduğunu düşündüğümüz bu söyleşide, Marta Lempart Polonya Kadın Grevi’nin bir haftada nasıl örgütlendiğini, eylemlerin ardından gördükleri baskıyı, İstanbul Sözleşmesi’ne de karşı tutum alan sağcı muhafazakar grupların nasıl bir araya geldiğini detaylı bir şekilde aktarıyor. Anlattıklarını bize epey tanıdık bulduğumuz bu söyleşinin ortak mücadelemizi güçlendirmesi dileğiyle…

3 Ekim 2016’da Polonya’da ülke genelinde “Strajk Kobiet” olarak bilinen bir kadın grevi örgütlediniz. Bununla kürtaj yasağının kapsamını iyice genişletecek yasal değişikliği önlemeyi başardınız. Bu devasa #SiyahProtesto’yu nasıl örgütlediniz? Nasıl oldu da bu kadar güçlü oldu?

Facebook üzerinden örgütlendi ve açıkça söylemeliyim ki Facebook olmasa bu eylem de olmazdı. Bu anlamda sosyal medya illa ki “korkunç bir şey” değil, aynı zamanda oldukça işlevsel bir araç. Kürtaj yasağı, hem demokrasi hem de kadın haklarıyla ilgili protestoların sürmekte olduğu bir dönemde gündeme geldi. İki yasa tasarısı vardı ortada. Biri kürtajı yasallaştırmak içindi ve tabii ki bunun kabul edilme ihtimali yoktu. Daha ilk aşamada veto edildi. İkincisi ise kürtajı tamamen yasaklamak içindi. Esas tehlikeli olan buydu. İkisi aynı günde oylamaya sunuldu. Bir Cuma günüydü. Kürtaj yasağı ilk oylamayı geçerek bir sonraki aşamaya ilerledi. Oylamadan hemen sonraki Pazar günü “Lewica Razem” (Sol Birlikte) adlı sol parti tarafından dokuz ayrı eylem çağrısı yapıldı. Aynı zamanda internet üzerinden de “Siyah Protesto” etiketiyle bir sosyal medya eylemi yaptılar. İnsanları siyah giyip sosyal medyada paylaşmaya çağırıyorlardı. Tabii bu sosyal medyayla sınırlıydı ve hükümeti durdurmaya yeterli değildi. O sıralarda, mevcut hükümet iktidara geldikten sonra hukukun üstünlüğü ve yargı bağımsızlığı için mücadele etmek üzere kurulan Demokrasi Savunması Komitesi’nin (Committee for the Defense of  Democracy) üyesiydim. O Pazar yapılan bu eylemlerden birinde konuşma yapmaya davet edildim ve konuşmamda 1975’teki İzlanda Kadın Grevi’nden esinlenerek bir ulusal grev çağrısı yaptım.

Ben grev çağrısı yaptıktan sonra Facebook’ta bir etkinlik açıldı. Etkinlik sayfasında başka şehirlerden insanlar eylemlerin nerelerde olacağını sormaya başladılar. Çünkü o sene boyunca – yani Demokrasi Savunması Komitesi’nin oluştuğu 2015’ten beri – protestolar sadece Varşova’yla sınırlı kalmamış, Polonya’nın farklı yerlerine yayılmıştı. Hatta bu ilden ile yayılan eylem formatını başlatanın Komite olduğunu bile söyleyebiliriz, ama eylemler sırayla oluyor, hiç aynı tarihte pek çok farklı yerde birden eylem yapmıyorlardı (ki grev de tam böylesine eşzamanlı bir eylemdi). Ben kendim de başkent Varşova’dan değil, Polonya’nın güney batısında Wroclaw diye bir şehirdenim. Bu yüzden insanlar eylem yerlerini sormaya başladıklarında Facebook’taki etkinlik sayfasında bir anket açtım. İnsanlar da kendi bulundukları şehirleri yazmaya başladılar. Aynı Demokrasi Savunması Komitesi eylemleri gibi olacağını düşünüyorlardı – yani onlara bir eylem yeri ve tarihi bildirileceğini ve sıradan insan gibi katılacaklarını… Ama bunun yerine bir baktılar eylemin örgütleyicisi oluvermişler. Bunu nasıl mı yaptık? Aynen şöyle: Başta, anketi dolduranlar arasında, aynı yerde eyleme katılmak istediğini belirtmiş sadece iki kişi olsa bile onları iletişime geçirdik. Sonra örgütleyiciler için bir Facebook grubu açtık. Anketi doldurup hangi şehirde olduğunu belirten herkesi bu gruba davet ettim. Tek tek onları kendi başlarına eylem örgütleyebileceklerine, bunun o kadar da zor olmadığına ikna ettim. Çünkü o noktada bir yıldır Wroclaw’daki Demokrasi Savunması Komitesi’nin tüm eylem ve etkinliklerini organize ediyordum ve bir eylem örgütlemek için neler gerektiğini gayet iyi biliyordum. 12 maddelik bir eylem örgütleme rehberi hazırladım. Nelere ihtiyaç duyarsınız, ne nasıl yapılır, vs. her şeyi yazdım. Tabii bunların bazıları artık kadük kaldı – özellikle polisle ilgili kısımları, çünkü o zamandan bu yana bu konulara yaklaşımları tamamen değişti. Yani rehberi güncellememiz gerekiyor.

İlk yapmanız gereken insanları birbirleriyle iletişime geçirmek. Bunun için temel aracımız Facebook’tu. İkinci mesele ise görseller, grafik tasarım. Çok iyi görsellerimiz vardı ve bu çok önemli. Hani sıklıkla elinizdeki görsel malzeme vasattır, ama bilirsiniz ki en iyisi olmalıdır. Bizimki öyleydi. Ola Jasiomowska, ortağımın bir arkadaşı, çok iyi bir Polonyalı sanatçıdır. Bu kafa figürünü tasarladı – hani kadın grevi ‘kafaları’ var ya, onu. Sadece Facebook etkinliğinin kapak fotoğrafı içindi, paylaşıma soktuğumuz grafik bile değildi. Ama o kadar iyiydi ki insanlar bunu paylaşmaya başladılar ve hızla yayıldı. Renkler de önemliydi: Siyah rengi sosyal medya eyleminden aldık, “siyah protesto”dan. Genel olarak da siyahta kaldık  – ki bu bizim için alışılmışın epey dışındaydı. Eylemlerimizin çoğunluğu rengârenk olur, bir sürü parıltılı süs, ıvır zıvır taşırız. Fazla agresif görünmemeye, koyu renkler giymemeye dikkat ederiz. Eylemler hep hafta sonu olur, Cumartesi ya da Pazar. Böylece, tam bir piknik olmasalar da, ‟eylem”den çok ‟etkinlik” gibi olurlar. Bu siyah ise işin rengini epey değiştirdi.

Facebook’ta kurduğumuz örgütleyiciler grubu şimdi 450 kişi filan sanırım. Ama o zaman daha azdı, 200-230 civarı. Pek çok kişi, grupta olmasalar da grev örgütlenmesine dâhil oldukları için gruba daha sonradan katıldı. İhtiyaç duydukları tüm bilgiye internetten erişmişlerdi. Ayrıca bu Facebook grubunda büyük şehirler de yok. Özellikle dışlandıklarından değil de, eylem örgütlemek için herhangi bir desteğe ihtiyaç duymadıklarından. Büyük şehirlerde hâlihazırda feminist ve demokrasi örgütleri olduğundan ve eylem örgütlemeye epey aşina olduklarından onların derdi daha çok kürsüde yer kapmak gibi şeylerdi. Bu yüzden de, örgütleyiciler Facebook grubumuz ulusal bir grup olsa da, daha çok küçük ve orta ölçekli şehirlerden oluşuyor.

O halde Polonya Kadın Grevi’ni organize eden örgütleyiciler grubu kurumlar veya kurum temsilcilerinden ziyade bireylerden oluşuyor öyle mi? Bu grubu nasıl idare ettiniz?

Kurumlardan mı, hayır asla, kurumlar tam bir felaket! Bence grevi esas başarıya taşıyan da buydu. Küçük şehirlerde olanların en büyük korkusu kimsenin eylemlere gelmeyeceği ve alanda 10 kişi filan olacaklarıydı. Ama sonra etkinlik listesini gördüler. Başta sadece 50 etkinlik vardı, sonra 100’ü geçti. Diğer şehirlerdeki etkinliklerin de epey küçük olduğunu gördüler. Ve bir baktılar ki kendileriyle aynı durumda bir sürü insan var. Yani “sadece 10 kişi mi gelecek acaba” diye dertlenen bir onlar değil. Aynı durumda olan 50 kent veya kasaba olduğunuzda bu endişe üzerinden bir bağ kurabiliyorsunuz ve bu endişeli insanlar topluluğu birbirini görebiliyor. Facebook olmasaydı kimse gelmeyecek korkusuyla hareketsiz kalan insanlar yığını kalacaktı elimizde. Her yerde durumun aynı olduğunu görmek herkese epey yardımcı oldu. Orta ölçekli şehirler için de aynı şey söz konusuydu.

Facebook yönetimi için profesyonel destek aldık. Etkinlik sayfası ve örgütleyiciler grubunu açtıktan sonra bir tartışma grubu da açma ihtiyacı hissettik çünkü gelen paylaşım miktarıyla baş edemiyorduk. Bu Polonya’da Facebook’un görüp görebileceği en büyük etkinlikti, bu yüzden içeriği ayrıştırmamız gerekliydi. Ulusal etkinlik sayfasını etkinlikle ilgili bilgilerle sınırlı tutabilmek adına tartışma grubunu açtık. Röportaj linkleri, makaleler, yazılar vs. gibi diğer içerikleri tartışma grubunda paylaşıyorduk. Bu zor oldu, çünkü insanlar paylaşımlarını yapmakta epey ısrarcıydılar. Ama onlara bunun için tartışma grubuna katılmaları gerektiğini söyledik.

Aynı zamanda internet sorunlarıyla baş etme konusunda eğitim almış arkadaşlarımız vardı. İki adminimiz onlardandı. Adları İngilizce söylenince garip duyuluyor, ama Lehçe “gölgelerdeki insanlar” gibi bir anlama geliyor. Nefret söylemi ve bunu yayan grupları takip edebiliyor, mesela Facebook’ta neo-Nazi grupları kapattırabiliyorduk. Burada ilginç olan şu: Çeşitli sol ve demokrasi örgütleri (özellikle Facebook gruplarında) birbirlerine sataşıp kavga etmeye epey meraklıyken hepsinin adminleri yine de sürekli iletişim halindeler ve herhangi bir şey ters gittiğinde hemen bir araya gelmeyi, birlikte çalışmayı iyi biliyorlar. Büyük bir sorun olduğunda sadece kadın grevindekilerden değil başka gruplardaki uzmanlardan da destek alabiliyorduk, hatta epey muhafazakâr diyebileceğim demokrasi grupları da yardımımıza koşuyordu.

İnternet güvenliği bizim için büyük bir mesele, çünkü Polonya’daki neo-Nazi Rus partisinin saldırısına uğruyoruz. Her türlü trol ve bot hesapla bize saldırıyorlar ve Facebook etkinliğini ya da siteyi çökertmek pek de zor değil. Bununla nasıl baş edeceğimizi bilmesek başaramazdık. Şimdi durum daha da zor çünkü hükümet destekli Rus trolleri ve şirketleri üç yıl önce olduklarından daha da güçlüler; kaldı ki o zaman bile büyük bir tehlikeydi bu.

Facebook, görseller ve iletişim meselesi işte böyle. Bu yolla insanları katılımcı olmaktan çıkarıp örgütleyici haline getirebildik, onları örgütleyici gruplarına katabildik ve küçük ve orta ölçekli şehirlere yardımcı olabildik. Bir diğer mesele ise basındı. Basın bültenleri hazırlayıp ulusal medyaya gönderdik, ama aynı zamanda bunu tüm illere iletiyorduk ki eğer birilerini tanıyorlarsa, bağlantıları varsa kendi içeriklerini ekleyip yerel basına gönderebilsinler. Yaptığımız her şey açık kaynaktı. Tüm görseller, grafikler… O günden bugüne de hala öyle. İnsanlar bunları kendilerine göre modifiye etmeye bayılıyor ve bazen sonuçları korkunç görünse de umurumda değil. Aynı broşürü, afişi veya arka planı kullanmanı gerektiren kapalı ve tek tip bir iş kadar kötü olamaz hiçbir şey. Eninde sonunda Polonya’da 150 civarı şehir/kasaba ve yurtdışında da sanırım 60 şehir greve katıldı. Bu da önemli, çünkü yurtdışında yaşayan çok Polonyalı var ve onların bu kadar aktif olması, süreci takip etmesi ve başka ülkelerde iletişimde oldukları aktivist grupları harekete geçirmesi de internet aracılığıyla oldu.

Peki ya grev sonrası? Sağın yükseldiği ve Avrupa’nın her yerinde birbirine benzer kürtaj karşıtı ve “aileyi güçlendirme” yanlısı söylemlerle feminizme ve kadın haklarına karşı saldırının büyüdüğü ortamda grevin nasıl bir etkisi oldu?

Eylemden üç gün sonra meclis tasarıyı reddetti. Bu, Dünya Aileler Kongresi’ni (World Congress of Families) de kapsayan bir hikâye, çünkü tam o sırada Polonya’da bir toplantıları vardı. Hani şu kadınlara karşı örgütlenen tutucu gruplar var ya, onlar. O kadar eminlerdi ki yasanın geçeceğinden, kutlamaya hazırlanıyorlardı. Uluslararası toplantılarını sırf bu yüzden Polonya’ya almışlardı. Toplantı gizliydi ama yine de Polonya’daydılar çünkü kürtajı her yerde yasaklamak adına ilk büyük adımı atmakta olduklarından emindiler. Polonya, onların antrenman sahasıydı. Bu çok önemli bir mevzu, çünkü bizden hiç beklemedikleri öyle büyük bir tepki gördüler ki stratejilerini değiştirmek zorunda kaldılar. Bir daha başka hiçbir ülkede bunu denemediler. Bunun yerine “vicdani ret”[1]ya da doğum kontrolünü yasaklamak gibi yöntemler deniyorlar. Küçük adımlarla ilerliyorlar. Polonya’da yaptıkları gibi bizi doğrudan karşılarına almıyorlar. Bence tam da amaçladıkları, bunu bizim üzerimizde deneyip başardıktan sonra her yerde yapmaktı. Başka ülkelerde de kürtajı yasaklamak için yasa tasarılarını hazırda bekletiyorlardı, ama Polonya’daki o toplantıdan sonra bir daha cüret edemediler. Bunun bir sebebi ‘hiç kimse’ olmamızdı, yani kiminle savaşıyor olduklarını bilemediler. ‟Feminist örgütler” değildik, hatta bir örgüt bile değildik. Direniş, bir anda, yoktan var oldu. Kimi fişleyeceklerini, kimi bulacaklarını bilmiyorlardı. İşin önemli kısmı bence bu, çünkü bu strateji değişikliğinin hayata geçirildiğini Hırvatistan’da, İtalya’da, başka birçok yerde ve tabii Polonya’da da görebiliyorum. Şu an bambaşka bir yaklaşımları var: Doğrudan meseleyi meclise getirmek yerine hükümetlerin içinde belli kanatlarla, belli kurumlarla iletişime geçiyorlar. Meclisten mümkün olduğunca uzak durup bunun yerine hükümetlerle çalışmayı tercih ediyorlar.

Böyle oldu işte. Bence esas işe yarayan, insanların sırf gidip bir kürsüden konuşan birini dinlemek yerine kendi kendilerine örgütlenmesiydi. Hatta bir kadın bize şöyle söyledi: Önceden feminist kanaat önderlerini televizyonda duyarmış ve kendi eğer bir eyleme katılmak isterse bir otobüse binip büyük bir şehre gidip kürsüden konuşma yapan birilerini dinlemesi gerekirmiş. Ama küçük şehirlerde kürsü yok. Sadece insanlar var. Ve o insanlar katılımcı yerine eylemin örgütleyicisi haline geliyor.

Bu küçük şehirlerdeki örgütleyicilere sonrasında ne oldu? Eylemlerde aktif olmayı sürdürdüler mi?

Bizim onları sadece birer katılımcı değil örgütleyici olarak sürece katmamızın yanı sıra, diğer “yardımcı” unsurun da Kilise’nin tam anlamıyla delirmesi olduğunu düşünüyorum. Onların bu aptallıkları bizim için nimet oldu. Nasıl oldu anlatayım. Akademideki ve büyük şehirlerdeki feministlerin tüm hüsnükuruntularına rağmen, bu mücadele kürtajı yasallaştırma mücadelesi değildi. Hiçbir zaman da olmadı. Mücadele, getirilmeye çalışılan büsbütün yasağı durdurmak içindi. Elbette ki sokaklarda seçme özgürlüğünden (yani kürtaj özgürlüğünden) yana olanlar da vardı – atılan sloganları dinleseniz, pankartlara baksanız görürdünüz bunu – ama bu, genel anlamıyla eylemlerin yasağı durdurmak için, yani yasağı olduğundan bile ağır hale getirmeye çalışan tasarıyı durdurmak için olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Birçok insan sadece statükoyu korumak istiyordu, yani yasak olduğu gibi kalsın, artmasın ya da azalmasın. Ama Kilise çenesini tutmayı beceremedi. Becerseydi muhtemelen pek çok yerde hayat kısa sürede normale dönerdi. Bunun yerine eylemleri örgütleyen kadınlara saldırmayı seçti. Okulda, din dersinde, papazlar çocuklara bağırıp annelerinin cani olduğunu filan söylüyordu. Bu kadınlar, özellikle küçük şehirlerde, kiliselerin kürsülerinden isimleriyle ifşa edildiler, hedef gösterildiler. Tüm bunlar grevden bir-iki hafta sonra oluyordu. Bu noktada normalde evlerine dönüp “Tamam o zaman, korkunç yasak geçmedi; biz de olağan hayatlarımıza dönüp, kiliseye gidip, çocuklarımızı din dersine yollamaya devam edebiliriz.” diyecek kadınlar kendilerini birden saldırı altında buldular. Bu yüzden de bir noktada canlarına tak etti, “tamam” dediler, “yetti artık”. Bunu yapan Kilise’ydi. Olayların yatışmasına izin vermek yerine bu kadınları düşman ilan ettiler. Özellikle küçük şehirlerde durum korkunçtu. Böylece de oralarda, kendi aptallıkları yüzünden güç kaybettiler. İnsanlara gına geldi.

Kilise’nin bu irrasyonel tepkisi üzerine, ilk eylemden sadece üç hafta sonra, 24 Ekim’de, ikinci bir dizi eylem örgütledik. İzlanda Kadın Grevi’nin yıldönümüydü, bu yüzden anlatı bizden yanaydı. Elinizde iyi bir anlatı olması önemlidir. Ben kadın grevinin metinlerini yazarken, ortağım Natalia (Pancewicz) bunların adına “ulusa güzellemeler” diyordu. Evet, güzelleme… Bu açıdan, İzlandalı kadınların anlatısı da kritik önemdeydi. Öncelikle dev ve kitlesel bir kadın girişimi olduğu için. İkincisi, kazandıkları için. Ve üçüncüsü de “grev” kelimesinin Polonya’da bir ağırlığı olduğu için.

“Grev” kelimesinin ağırlığı derken ne demek istediniz? “Genel grev” ve “kadın grevi” farkına dair kamusal tartışmalar yürüyor muydu? Eyleminizi “grev” terimiyle tariflemeniz herhangi bir anlaşmazlığa yol açtı mı?

Sendikalardan insanlar vardı, özellikle de diğer Avrupa ülkelerinden, bize “grev” terimini kullanamayacağımızı, çünkü aslında “işe gitmiyor” olmadığımızı, teknik olarak sadece bir gün “izin kullanıyor” olduğumuzu söylüyorlardı. Gerçekten de olan buydu. İnsanlar ya bir gün izin aldılar ya da işyerlerindeki patronlar bir günlüğüne kadınların işe gelmemesine izin verdiler. Lokantalarda ve başka yerlerde çalışma çizelgelerini değiştirip o gün sadece erkeklerin işe geleceği şekilde ayarladılar. Ya da kimi şehirlerin belediye başkanları “Kadınlar çalışmadığı için bugün ofislerimiz kapalı.” gibi duyurular yaptılar. Yani sendikalar yaptığında olduğu gibi bir grev değildi. Ama Polonya’da grev temelde bir protestodur ve komünist hükümet de bu yolla yıkıldı. Doğu Avrupa’da pek çok insan bizim için grevin sadece ücretler ve işyeri koşullarıyla ilgili bir şey olmadığını, aynı zamanda hükümetleri alaşağı etmek veya bir şeyi protesto etmek için bir yol olduğunu anlamıyor. Polonya’da bu çok güçlü bir gelenek. Bu yüzden de İzlandalı kadınlara referans vermek, onların elde ettiği zafer ve tarihimizde köklü bir yeri olan “grev” kelimesinin kullanımı bir araya geldi ve bu, bizim için çok başarılı bir anlatı oldu.

Eylemler sırasında bir sloganımız vardı: “Bu meclis buradan öteye gitmeyecek.”  Bu aslında 1980’lerin grevleri sırasında Henryka Krzywonos’un sembol haline gelen bir sözünden esinleniyor. Henryka, Gdansk’taki tersane işçileri greve çıktığı sırada tramvay operatörüymüş. Tramvayı kullanırken aniden şehrin ortasında durmuş ve demiş ki, “Bu tramvay buradan öteye gitmeyecek.” Grevi ulusal düzeye taşıyan da bu olmuş, çünkü bundan önce sadece Gdansk’taki bir tersaneymiş greve çıkan. Ama o ulaşımı durdurduğunda önce Gdansk’ın tüm ulaşım sektörü greve çıkmış, sonra da başka şehirler katılmış. Kullandığımız bu slogan geçmişin dayanışma duygularını geri çağırmaya yaradı. Duygusal olan her şey işe yarıyor bence. Başka ülkelerde nasıldır bilmiyorum, ama özellikle Polonya’da kendi tarihimize biraz takıntılıyız. Bu ulusal kahramanlar hafızası ya da miti bu yüzden çok işe yarıyor ve bence işe yarayan her şeyi kullanmalı. Genellikle bunu hiç yapmayız. Ama ilk defa bu grevde, tam tersine, o hep tercih ettiğimiz rasyonel, insan hakları dilini hiç kullanmadık. Yaklaşımımız tamamen duygusaldı ve etkili oldu. Kullandığınız dil de çok önemlidir. Bilirsiniz, sanki sizi anlamak için herkesin toplumsal cinsiyet alanında doktora yapmış olması gerekiyormuş gibi konuşmamak mesela… Örneğin “kesişimsel” kelimesi bizim dilimizde fazla uzun ve kimse ne dediğinizi anlamıyor. Ben de insanların niye anlamını açıklayan bir şey söylemek yerine bu kelimeyi kullanmakta ısrar ettiklerini anlamıyorum. Siyah protestolarda ise insanların gerçekten konuştuğu dille konuştuk. Mesela kürtaj konusunda, bunun bir insan hakkı olduğunu söyleyip fetüsten filan bahsetmek yerine basitçe şunu dedik: Herkes bunun kaça mal olduğunu bilir, herkes nasıl kürtaj ayarlanacağını da bilir ve herkes kürtaj yaptıran birini tanır. Bu yüzden sanki bu hiç olmuyormuş gibi davranmayı bir bırakalım. Paran varsa bunu satın alırsın, yoksa alamazsın. Bu olmuyormuş gibi davranmak saçma ve bunu değiştirmemiz lazım. Daha önce kimse Polonya’da bu tür bir dil kullanmamıştı, çünkü kamusal alanda öyle normal, halkın anladığı kelimelerle konuşmak yasak gibi bir şey. ‟Entel kelimeler” ile konuşmalısın, başka türlüsünü yapamazsın.

Bizim ise insanların yapabileceği veya yapamayacağı şeylere dair kurallarımız, kaidelerimiz yoktu. Ben herkesin ne yaptığını gayet iyi bildiğine emindim – özellikle de küçük ve orta ölçekli şehirlerde, çünkü buralardakiler isimleriyle, cisimleriyle o işin içindeydiler. Oralarda çalışıyorlar ve yaşıyorlar, herkes de onları tanıyor. Kendi yerellerinde kendilerine zarar verecek bir şey yapmazlar, bu yüzden karar onların. Bu kadar. Siyasi partilerden, demokratik kitle örgütlerinden, feminist örgütlerden filan destek görmedik. Hazırlıkların ilk üç günü boyunca medyadan da bir destek görmedik. Çünkü kimse bizim kim olduğumuzu bilmiyordu. Çağrıyı yapan ben başkentten değil Wroclaw diye bir yerdendim, bu yüzden ne bilebilirdim ki?

Peki, bu örgütlerden veya siyasi partilerden destek istediniz mi?

Evet. Demokrasi Savunması Komitesi’nden istedik mesela. Ben hem yerel koordinatörüme, hem de bölgesel koordinatöre sordum. Kendisi çok ama çok varlıklı biridir. Kürtaj için epey kötü bir kelime kullanarak bana, “Kadınlar o şeyi her türlü yapmanın yolunu bulur, bu sadece bir tasarı, abartmayalım.” demekle yetindi. Tabii onun için öyle, çünkü o zengin ve kürtaj parası onun için dert değil. Ödenmesi gereken 700 euro onun gelirinin %25’i eder ancak. Neyse sonuçta, bu tarihi bir karar olmuş oldu çünkü ben Komite’de örgütlüydüm ve eğer izin verselerdi Komite Polonya’daki tüm eylemlerin çağrıcısı olacaktı. Ama bunun yerine “yapmıyoruz” diyerek geçiştirdiler beni. Temelde muhafazakârlıklarındandı bu.

Birtakım feminist örgütlere de sorduk. Onlar da, “Bir haftada bunu örgütlemeniz mümkün değil, iptal etmelisiniz.” dediler. Bize en azından Pazar gününe alalım, Pazartesi yapmayalım diye baskı yapıyorlardı. Sürekli Pazartesi kimse gelmez deyip duruyorlardı. Başarılı olmayacağından o kadar korkuyorlardı ki – ama korktukları şey bunun yasağı engellemeyi başaramayacak olması değil, kendilerini rezil edecek olmasıydı. Profesyonelleşmeyle değişen bakış açısı tam da bu işte. Onlar bu grev tutmazsa “kötü görünürüz” diye dertlenirken, ben bu grev tutmazsa kadınlar ölecek diye dertleniyordum. Profesyonel bir STK olmakla hayatına sahip çıkmak için mücadele eden bir insan olmak arasındaki fark bu. Onlar için bu bir iktidar savaşı, kendi alanları için mücadele ediyorlar. Alanın için, fonların için mücadele etmekle hayatta kalmak, öldürülmemek için mücadele etmek arasında ciddi bir fark var. Tabii çok fazla etkinlik olacağı aşikâr olduğu noktada herkes olaya dâhil oldu, o ayrı.

Başarılı olduğumuzda birden ortaya grevin kendi fikirleri olduğunu, kendileri örgütlediklerini iddia eden siyasetçiler çıktı. Televizyonda bu konuda demeçler verdiler, ödüller aldılar. Bilirsiniz eylemlerde birtakım ayak işleri vardır, pil taşımanız, megafon taşımanız, telefonların, şarjların tam olduğundan emin olmanız vs. gerekir. O sırada bu ekranlarda konuşanların hiçbiri ortada yoktur. Sonra televizyonu bir açarsınız, Barbara Nowacka veya başka bir siyasetçiyi neden eylem yaptığımızı anlatırken bulursunuz. Bu siyasetçilerin çoğu yalancı ve hırsızdır, ama tabii bunu açıkça yapmazlar, ima ederler. Bu açıdan hakikatin galip gelmesi de çok zor, çünkü medya ve siyasetçilerin işbirliği söz konusu ve bu bir düzen koalisyonu. Medya her zaman zaten tanıdıkları, arayıp kanala çıkarması kolay olan, Varşova’dan (yani başkentten) güzel, zayıf kadınları tercih edecek. Bu kaybetmekte olduğumuz bir savaş, çünkü kimse küçük bir kasabada nalbur dükkânında çalışan tuhaf bir kadının eylem örgütleme hikâyesini duymak istemiyor. Kadınların nasıl hissettiğini Varşova’daki siyasetçilere soruyorlar. Onların da bir şey bildiği yok. Şimdi işler biraz kolaylaştı çünkü benim Polonya’daki medya görünürlüğüm arttı ve en azından bu durumu değiştirmek için bir şeyler yapabiliyorum. Ama gerçek insanlarla konuşmalarını, onları görünür kılmalarını sağlamak her daim süren bir mücadele.

Ulusal basın, ülkenin tamamında olanı biteni haberleştirmek yerine sadece başkentte olanları haber yapıyor. Yerel basına gelince, onlar kendi bölgelerinde olanı biteni haberleştirmek yerine bölgelerinin merkez şehrinden haber yapıyor. Böylece geri kalanı hiç yokmuş gibi oluyor. Onlar için Polonya, Varşova ve altı büyük şehirden ibaret. Bu şehirleri birbirine bağlayan hatların altında sanki koca bir kara delik var, içindekiler de böcek. Facebook tam da bu algıyı aşmamızı sağladı. Greve katılan 150 şehir olduğumuza dair bilgi toplayıp paylaşabiliyorduk. Greve katılanların %90’ı da 50 binden az nüfusu olan küçük şehirlerdi. Bu kadar çok şehir olduğunu söyleyebildiğimiz noktada onların da bir basın değeri oldu. Yine de gazetecilerin büyük şehirler dışında bir yerlere gitmesini sağlamak epey zordu. Tabii işleri düştüğünde, başları belaya girdiğinde, hükümet seçimi filan olduğunda yine bize gelecekler, o ayrı. Çoğunlukla onların umurunda olmasak da onların haklarını korumak için yine biz sokağa döküleceğiz. Kibirli ve üstten olan tarafı da bu. Aynı hâkimler korkunç olsa da yargı bağımsızlığı için mücadele ettiğimiz gibi, gazeteciler büyük şehirler dışında olanı biteni umursamasa bile onlar için de mücadele edeceğimizi biliyorlar.

Grev örgütlemesinden önce bir kadın örgütü deneyiminiz var mıydı?

Hayır, öncesinde sadece Demokrasi Savunması Komitesi’nde bulundum. O da sadece mevcut hükümet iktidara geldikten sonra. Hükümet 2015’te iktidara geldi, grev de 2016’da oldu. Yani ben sadece bir yıl Komite’de çalışmışım öncesinde. O sene Komite büyük bir toplumsal muhalefet alanı haline gelmişti. Ondan önce engelli hakları alanındaydım. Daha çok STK işiydi bu. Çalışma Bakanlığı’nda da çalıştım. 10-15 yıl kör-sağırlar derneğinin başkan yardımcılığını yaptım. Ama bu, şimdi yaptığım anlamda aktivizm değildi. Üçüncü sektör dedikleri STK sektöründe bir iş gibiydi. Aktivist diyemezdim kendime. Polonya’nın işaret dili yasasını yazanlardan biriydim ayrıca. Yasama alanında da çalıştım yani. Ama bu 10 yıldan fazla zaman önceydi, 2008 civarı. Tabii feminist örgütlerin yaptıkları eylemlere katılıyordum. Mesela bu kürtaj yasası ilk ortaya çıktığında Nisan ayıydı, o zaman eylem yapmışlardı.

Çeşitli konuşmalarınızda, grev sonrasında hakkınızda birtakım davalar açıldığından ve STK ofislerinin basıldığından bahsediyorsunuz. Bunu biraz açabilir misiniz? Grev sonrasında neler oldu ve neden?

Bunu hükümete sormanız lazım 🙂 Grev yaptığımız tarihten tam bir yıl bir gün sonra (yani 4 Ekim 2017’de) BABA diye bir derneğin ve Kadın Hakları Merkezi’nin (Centrum Praw Kobiet/CPK) – Urszula Nowakowska oradan – ofisleri polis tarafından basıldı. Grevin birinci yıldönümünde de 100 şehirde büyük eylemler yapmıştık. Bunun hemen ertesi gününde baskın oldu. Çok kötüydü, çünkü üniformalı polis memurları birden ofislerine girdiler ve bilgisayarlarını aldılar. Soruşturmanın CPK hakkında değil, bir Adalet Bakanlığı projesiyle ilgili birtakım devlet memurları hakkında olduğunu ve CPK’dan sadece bunun için bilgiye ihtiyaçları olduğunu söyleseler de sonuçta eylemin ertesi günüydü.

Polisin bu yaptığının ağır etkileri oldu çünkü bilgisayarlarla birlikte tüm datayı da almış oldular ve bu data şiddet ve travma mağdurları hakkındaydı. Yani bu merkezlerden destek alan kişilerin kişisel bilgileriydi bunlar. Ayrıca baskın sırasında da orada danışanlar vardı. Bu ofisler de genellikle epey küçük olduğundan polisin girişine tanık oldular. Pek çoğu bundan sonra bir daha gelmedi. Hem bilgilerinin başkalarının eline geçmesinden korktuklarından, hem de terapi gibi kırılgan bir süreç esnasında polisin birden alanlarını işgal etmesinin yarattığı ağır şok nedeniyle. Kadın Hakları Merkezi için gönüllü çalışan avukatlardan da bu baskın sonrasında işi bırakanlar oldu, çünkü avukatlık lisansını alabilmek için Adalet Bakanlığı’nın onayı gerekiyor. Bu baskın da onlara kadın hakları merkezleriyle çalışmamaları için bir tür uyarı gibiydi. Genç avukat olarak buralarda gönüllü çalışırsanız daha sonra lisans alırken sorun yaşayabilirsiniz denmiş oluyordu. Sonra da ödeneklerde kesinti yaptılar. STK’lara yöneldiler, çünkü grevi örgütleyen bizlerin basılacak ofisleri yoktu. O zamanlar da hala evlerimizi basacak kadar cüretkâr değillerdi. Şimdilerde artık bununla sorun yaşamazlar. Ama ilk hedefleri STK’lar oldu çünkü hem basılabilecek ofisleri var,  hem de kesilebilecek fonları – ki en kötüsü de buydu.

CPK, Polonya’daki ev içi şiddet merkezlerinin çoğunun bağlı olduğu ana örgüt. Hükümet bunun ödeneğini kesti. Keserken de gerekçe olarak “erkeklere yardımcı olmamalarını” ileri sürdü. Birtakım yerel yönetimler yardıma geldi, bağışlar toplandı. Yerellerdeki merkezlere para toplamak için konserler düzenledik. Ama bu sistem de çok dayanmayacak çünkü çok fazla şey için, hatta sağlık ve eğitim hizmetleri için bile halktan maddi katkı bekleniyor. Mevcut hükümet sadece baskıcı değil aynı zamanda beceriksiz. Bu yüzden de kasa tamtakır. Çocuklar için acil yardım hattı için yeterli para yoktu, insanlar finanse etmek zorunda kaldı. Hükümet intiharı önleme hattını fonlamayı da bıraktı, yine insanlar para topladı. 2 milyon zloti topladık, ama bunu sürekli yapmak zorunda kalıyoruz. En temel sosyal hizmetlerin sürmesi için para topluyoruz. Ülke, yani daha doğrusu devlet çöküş halinde.

Kadın hakları ve insan hakları merkezlerine de çok az ödenek düşüyor ve toplanabilen bağış miktarları da gittikçe azalacak. İhtiyaç duydukları parayı her yıl toplayamayacağız. Yerel yönetimler de onlara giderek daha az fon verecek, çünkü durum kötüleştikçe onları finanse etmeye korkar hale geliyorlar. Saldırının en can alıcı kısmı bu. Ne zaman bir şey örgütlesek darbeyi alacak olanın bu dernekler, merkezler olacağını hep aklımızda tutmak zorundayız. Bu yüzden de sadece bizler değil (ona zaten alıştık), şiddet gören kadınlar da – yani sırf o STK’ların çalışanları bile değil, doğrudan kadın hakları merkezlerine başvuran, buralardan destek alan kadınlar da bedelini ödemek zorunda bırakılacak.

Size yönelik suçlamalar neler?

Çok var. Hakkımda pek çok ceza davası var. Mesela neo-faşistlerin gurusu olan eski bir papaza faşist dediğim için hakkımda dava açıldı, ama hâkim adamın gerçekten de faşist olduğuna karar verdi ve beraat ettim. Artık Jacek Miedlar’a faşist demek yasal. Çok mutluyum. Dünya Aileler Kongresi’nin parçası olan kadın düşmanı bir dernek var, Ordo Iuris. Onlar da beni dava ediyor. 2016’daki yasa tasarısının sahibi onlardı. Şimdi beni hakaret ve karalamadan mahkemeye verdiler, onlara sadist mi ne demişim. Bazen duruşmalara gidiyorum, sırf bu adamların nasıl gerçekten faşist ya da sadist olduğunu anlatmak için.

Başlattığımız bir kampanya vardı, “PiS’e oy vermeyin” kampanyası. PiS, yani Prawo i Sprawiedliwość, “Hukuk ve Adalet Partisi”, iktidardaki partinin adı. Onlara oy vermemek için 100 neden topladık ve bunları Polonya’nın her yerine yaydık: “Kime oy verdiğiniz önemli değil, yeter ki bunlara oy vermeyin.” dedik. Bununla ilgili de polis peşimdeydi.

Bu saldırının, bu geri tepme meselesinin en zor tarafı, kadınlara ve kadınların eylemlerine karşı olsa da bunu bir türlü açık edemiyor olmak. Çünkü hep bir bahaneleri var. Hiçbir zaman “Artık kadınları sevmiyoruz, o yüzden de onların merkezlerine saldırıyoruz.” demiyorlar, demeyecekler. Hep bir sebep buluyorlar. Aynısı daralan sivil toplum alanı ve insanların işlerini kaybetmesi için de geçerli. Zaten kimseyle süresiz sözleşme yapmıyorlar; hep geçici, bir yıllık sözleşmeler. Ve o bir yılın sonunda sözleşme yenilenmediğine iş bitiyor. O kadar çok insan böyle işe alınıyor ki teknik olarak işten atılmaları bile gerekmiyor. Greve katılanlar arasında yerel örgütlerde, kurumlarda çalışanlar vardı. Yerellerinde sosyal çalışma yapıyorlardı. Ya birilerine destek sunuyorlardı, ya başvuru ofisleri vardı, barınak ya da sığınak sağlıyorlardı, bir şekilde toplumla çalışıyorlardı. Fonlarını kaybettiler, toplantı ya da atölye mekânlarını kaybettiler. Film gösterimleri gibi şeyler için yer kiralayamaz oldular. Hep böyle gri bir alanda oluyor saldırı. Tam yasak gibi değil, küçük küçük bir şeyleri reddediyorlar ama her reddediş için ayrı bir gerekçe sunuyorlar. Ama tabii bir şekilde tüm bu “hayır”lar bir araya gelince, doğrudan grevle alakası bile olmayan (greve katılmış insanların yapıyor olması dışında) pek çok etkinliğin önüne set çekiliyor. Biri var mesela, küçük bir yerde çocuklarla çalışıyor ve sırf kim olduğu yüzünden toplantı veya atölye organize etmekte ya da bağış toplamakta sıkıntı yaşamaya başlıyor. Ve sebebi belli, sebebini biliyorsun, ama adı konmuyor. Yerel yönetimler demokrasi yanlısı, ama onlar da çok korkuyor ve bence yakında bizi yarı yolda bırakacaklar.

#StrajkKobiet (Kadın Grevi) uluslararası feminist hareketle bağlantılı mı peki?

Arjantin’le ve Latin Amerika’yla güçlü bağlarımız var. Hem oradaki durum bizimkine çok benzer olduğu için, hem de başta Avrupa’da kimse bizim ne yaptığımızla pek ilgilenmediği için. Bu ilgisizliğin sebebi, öncelikle insanların genel olarak bilmek istememe halleri. İkincisiyse Batı Avrupa’dakilerin durumlarının bizden daha iyi olduğunu düşünmeleri. Hani biz komünizm geçmişi olan bir ülke olduğumuz için, bu felaketi başımıza getirecek bir hata yapmışızdır. Bence burada benim asla anlayamayacağım yapısal, şekilci bir şey var, o da şu: Pek çok kurum ya da örgüt için bu bir iktidar mücadelesi ve “iyi feminist” olmak için birtakım kutulara tik atmanız gerekiyor. Bizim durumumuzdaysa, hareketin içinde bile kendine feminist demeyen kadınlar vardı. Artık sayıları çok değil, değiştiler, ama başta çoktular. “Kendime feminist diyecek miyim bilmiyorum” diyen kadınlar da vardı. Tabii bu tuhaftı, ama sorun değildi. Büyük şehirlerden gelenlerse sürekli “Nasıl kendine feminist demezsin?!” diye kızıyorlardı insanlara. Bazılarını bir süreliğine gruptan uzaklaştırmak zorunda bile kaldık. Sırf kendilerine gelsinler diye. Çünkü bir bakmışsın geleneksel kurumların egemen olduğu küçücük yerlerde kiliseye ve patriyarkaya meydan okuyan kadınlara bağırıyorlar. Onların deneyimlerine dair hiçbir fikirleri yok, ama “Kendine feminist demelisin!” diye azarlıyorlar. Ben bu saldırganlığın ayrıcalıktan kaynaklandığını düşünüyorum. Aynısı bence “kürtaj yanlısı” – “yaşam yanlısı” tartışması için de geçerli. Kadınlar bir çeşit suni taraf tutmaya zorlanıyor. Bizim fazla profesyonelleşmekle eleştirdiğimiz uluslararası feminizmin sorunu bu. Onlara göre biz yeterince iyi değiliz, dikkate alınmayı hak etmiyoruz. Ama Latin Amerika’da durum böyle değil çünkü onlar tabandan örgütleniyor, farklı insanların aktif olarak bir şeyler yapmasına dayalı çok güçlü bir örgütlenmeleri var.

Ya erkeklerin grev hareketine katılımı konusunda ne düşünüyorsunuz? Toplantı ve eylemlere katılıyorlar mı?

Bu biraz duruma bağlı. Başta onları dışında tutmak zorunda kaldık, çünkü bizim toplumumuzda erkekler önceliklidir, ne zaman toplantılarda erkekler konuşsa herkes onları dinler. Bu bir sorundu. En başta da kadınların tutumunun değişmesi gerekiyordu. Çünkü kadınlar da erkekler ağzını açınca susup bekliyordu. Eninde sonunda bu değişti ve şimdi bizimle çalışan erkekler de var – sayıları çok olmasa da. Kadın grevine destek veren bir erkek grubu bile var, tişörtleri filan var. Buradaki paradoks şu: Eylemin olduğu yerel ne kadar küçükse, eylemlerdeki erkek sayısı o kadar artıyor. Çünkü eylemlere katılanlar hep aynı insanlar. Demokrasi için, yargı bağımsızlığı için, ormanları savunmak için mücadele edenler hep aynı. Şimdi kadın eylemlerinde de onlar var. Küçük bir yerse bu hep aynı beş kişinin eylemde olması demek. Bu da daha çok erkek katılımı anlamına geliyor. Latin Amerikalılar için de en şaşırtıcı olan buydu, çünkü onlarla aramızdaki en büyük fark buydu. Kilise, politikacılar, genel durum ve örgütlenme biçimlerimiz çok benziyor. Ama konu erkeklerin katılımına geldiğinde “Niye gelmelerine izin veriyorsunuz?” diye şok oluyorlardı.

Avrupa’yla da artık bağlarımızın daha güçlü olduğunu söylemem gerek. Çünkü şimdi oralarda da bir şeyler ters gidiyor. İtalya, Hırvatistan gibi ülkelerde konuşma yapmaya gittim son zamanlarda. Temel hedefim insanları tedirgin etmek, ama o ayrıcalık duvarını aşmak epey zor oluyor. Batı ülkelerinin birinde örgütlenme ve insanlara ihtiyaçları olan araçları sağlamayla ilgili bir eğitim veriyordum. Bitirdiğimde biri dönüp şunu sordu: “Peki harekete kimlerin katılacağını nasıl kontrol edebiliriz?” Zamanımı tamamen boşa harcadığımı hissettim. Bir başkası “Şöyle ya da böyle düşünen insanların katılmasına izin verip vermeyeceğimize karar vermeliyiz.” dedi. Yıkıldım. İnsanların bir türlü anlamaması, örgütlenme deyince akıllarına gelen ilk şeyin başkalarına destek olmak yerine kontrol altında tutma ve denetleme olması ve bu güdülerini bir türlü aşamamaları öldürüyordu beni. Bunun çok Sovyet sonrası bir ruh hali olduğunu düşünüyordum, demek ki değilmiş. Bu hiyerarşi ihtiyacının, astlar ve üstlerin olduğu ve üstlerin astlara ne yapmaları gerektiğini söylediği fikrinin… Bu çok saçma, ama çok yerleşik.

Grev sonrası pek çok örgüt bizi içine almak istedi mesela. Sürekli bize şunu yapın, bunu yapın diyorlardı. Biz de hayır, ne yapacağımıza kendimiz karar vereceğiz dedik. Avrupa’nın bütünündeki sorun bu, ama sanırım her yerde aynı. Bir çeşit kurumsallaşmış ayrıcalıklı aktivizmi sorunu var. Başkalarına kendi kararlarını verirken destek olmak yerine, onlara ne yapacaklarını söyleyebileceğini sanan insanlar var. Bunu değiştirmezsek kaybederiz. Bir yanda karar vericiler bir yanda uygulayıcılar olduğu sürece feminist hareketler kitleselleşemez. Bu işlemez. Bizde işlemiyor en azından.

Sizde nasıl işliyor peki? Yani Kadın Grevi’nin ulusal örgütlenmesi nasıl bir yapı?

Ulusal çaptaki eylemlilikleri örgütleyen ulusal bir ağ var. Biri Facebook’a bir öneri yazdığında tüm yorumları topluyorum, onları bir gönderi haline getirerek editliyorum. Böylece kimse yorumlarda birbiriyle uzun uzun kavga etmiyor, gönderinin yorumlar doğrultusunda düzeltilmiş, bitmiş halini görüyor. Birileri yerel eylemler örgütlediğinde onlara destek oluyoruz. İçeriği ne olursa olsun, önemli değil. Yaptıklarına dair bilgiyi grupta paylaşmaları yeterli. Mesela diyelim ki bir sokağın isminin değiştirilip meşhur bir eylemin adını alması için imza topluyorlar. Bunu direkt ulusal grubun gündemine alıyoruz. Değer mi değmez mi, yeterince önemli mi değil mi tartışmıyoruz bile. Yerel grev grubunun yapmak istemesi bizim için yeterli. Onlara tavsiye verme ya da düzeltme ihtiyacı hissetmiyoruz. Böyle değil de şöyle mi yapsanız demiyoruz. Hani sürekli insanlar derler ya, “Sizi destekliyoruz, ama…” diye. “Sizi destekliyoruz, ama şunu yanlış yapıyorsunuz.” Ben buna “Facebook üstün bilgi enstitüsü” diyorum. Her eylemden sonra yaşıyoruz bunu. Türkiye’de de aynı mı bilmiyorum, ama bizde ne zaman aktivizmle ilgili herhangi bir şey yapsanız, “öyle değil, şöyle yapmalısınız” diyen insanlar illa oluyor. Neyin yapılması gerektiğine dair tüm bu muhteşem fikirleri birilerinin hayata geçirmesi gerektiğini düşünsenize? 6 milyar insanın sürekli çalışıyor filan olması gerekirdi herhalde. Birtakım insanlarsa yerlerinde oturup sizin yapmadıklarınızla ilgili size kızıp duruyorlar. Burada bunun adına “Ev Ödevi” diyoruz. Çünkü hakikaten size ödev veriyorlarmış gibi bir şey!

Tabii başka kurumlarla dayanışmak veya destek olmak için de bir şeyler yapıyoruz. Mesela Polonya’da kilisede çocuk istismarına karşı mücadele eden bir örgüt vardı. Bazı sorunlar yaşadıkları için artık yoklar. Sadece Varşova ve iki şehirde aktiflerdi. Bu yüzden bebek ayakkabılarıyla yapacakları bir anma eylemine katılmamızı istediler. Bunun üzerine 90 farklı yerde bu eylemi yaptık. Bu, adı konmasa da, başka örgütlerle veya hareketlerle bağlantı kurarak yaptıklarımızın tipik bir örneği. Ama bu ancak birileri sizden destek istediğinde veya sizinle birlikte çalıştığında mümkün oluyor, yani gelip size “şunu şunu yapmalısınız çünkü önemli” dediğinde değil. Bu türden üstten, dikte edici yaklaşımlar tıkayıcı oluyor.

Eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Aslında daha önce söyledim ama vurgulamak istediğim bir şey var. Bence en önemli şey bize saldıranların strateji değiştirmiş olduğu gerçeği. Şimdi daha “küçük” meselelerle karşı karşıyayız – acil doğum kontrol yöntemlerine erişilememesi veya cinsellik eğitimi verilmemesi gibi. Farklı kılıflar içine saklanan küçük değişiklikler. Bu çok büyük zarar veriyor çünkü küçük şeyleri protesto etmek çok daha zordur. Bizi doğrudan karşılarına almalarından çok daha tehlikeli bir şey bu. Hükümetin şimdi yaptığı da tam da bu. LGBTİ+ karşıtı kampanya için de aynısı geçerli. Ama umutlu olmak için de sebeplerimiz var. Bu son üç senede Polonya’daki insan hakları alanı genel anlamda küçülmüş ve gerilemiş olsa da anketlerde %69’un yasal kürtajdan yana olduğu görülüyor. Bu sayı 2016’da sadece %37 idi. Çünkü her yasağı protesto etmek zorunda kalışımızda, yasak insanlara daha da saçma gelmeye başlıyor. Yasallaştıralım bitsin der hale geliyorlar. Önceden böyle düşünmüyor olsalar bile kürtajın niye yasaklandığını sorgulamaya başlıyorlar.

Bu işe yarıyor. Eşcinsel evliliği ya da evlilik eşitliği meselesinde de bu işe yaradı. Polonya’da birkaç yıl önce buna destek %12 civarındayken şimdi %52. Bir yandan hem bir saldırıyla ve geri tepmeyle karşı karşıyayız, çok tehlikeli şeyler oluyor; ama öte yandan insanlar hızla değişiyor ve gelişiyorlar. Adeta bir sıçrama oluyor. Belki bunun için onlara, yani bizi hedef alanlara teşekkür etmeliyiz, bilmiyorum… Ama olan bu, tüm istatistiklerde, anketlerde görülüyor ve bu önemli çünkü hem muhafazakâr partinin hem de muhalefetin üzerinde baskı kuruyor. Değişmek zorunda kalıyorlar. Bu kadar kilise merkezli olmayı bırakmak zorunda kalıyorlar. Bu açıdan, içinde bulunduğumuz dönemin en önemli belirleyicilerinden biri karşı karşıya kaldığımız geri tepme/saldırı dalgasıyken biri de insan hakları konusunda Polonya’da asla beklemeyeceğimiz şekilde artan bilinç. O kadar hızlı oluyor ki iyimser olmak için sebebimiz var. Ama yine de kimsenin başına gelsin istemem, çünkü ödenmesi gereken bedel fazlasıyla ağır.

Yazının İngilizcesi için tıklayınız

Çeviren: Feride Eralp

[1]ç.n. Aslında kişilerin, özellikle anti-militarist gerekçelerle, askere gitmeyi reddetmesi anlamına gelen “vicdani ret” kavramı, sağcı-muhafazakârlar tarafından kürtaj bağlamında doktorların kadınlara sağlık hizmeti vermeyi reddetmesi için kullanılıyor.

1 Yorum

  1. Bu söyleşiyi yeni okudum. Aklınıza sağlık. Genç ve aktivizm içinde olsam bu kadının anlattıklarından ders almak isterdim . Önemli bir harekete önayak olmuş, beş yıl sonra tekrar konuşsanız keşke, değerlendirmesini alsanız.
    Teşekkürler tekrar, çeviri de çok akıcı , kutlarım.Sevgiler, Stella

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.