Son yıllarda edebiyatımız hiç olmadığı kadar çok kadın yazar çıkardı. Öte yandan, yayınevlerinde yönetimde, editörlük işlerinde, çeviri ve telifli ürünlerde yani pek çok alanda artık kadınlar yer alıyor. Kadınların edebiyat üretiminin arttığı, çoğullaştığı bir dönemdeyiz. Bizi şaşırtan, bu dönüşümün yazar kadınların isimlerini duyurmaya, okurla buluşmalarına aynı oranda yansıyamamış olması. Yola, bugün edebiyatta kadınların daha fazla kesim tarafından bilinir olmalarına, okurlarla buluşabilmelerine katkıda bulunmak ve kendileriyle toplumsal cinsiyet ile edebiyat arasındaki teması baz alarak etraflıca sohbet etmek niyetiyle çıktık. Söyleşi serimize, beş yılda üç öykü kitabıyla okuruyla ilişkisi sağlam adımlarla kurulmakta olan Melisa Kesmez ile başlıyoruz.

Kesmez’in geçtiğimiz aylarda çıkan üçüncü öykü kitabı Nohut Oda çıkar çıkmaz devam baskılarına girdi. Bizleri çok sevindirdi. Melisa ile dünden bugüne, kendisinden edebiyatına değin pek çok konuda uzun uzun sohbet ettik.[1]

N: Belki son kitabın Nohut Oda’nın ismi ile söyleşiye başlayabiliriz. “Nohut oda” tabiri ikinci kitap Bazen Bahar’da geçiyor bir karakterin ağzından. Sanki oradan uzamış hikayesi de son kitapta kendi başına bir “nohut oda üzerine düşünme”ye dönüşmüş gibi hissediliyor okurken. Çeşitli yerleşiklik halleri, gitme-gidememe halleri son kitabın ağırlıklı temalarından. Evin ve nohut odaların karakterler için belirleyici bir yanı var. Senin öykülerinde nasıl bir yer ev?

M: Bazen Bahar’da da, evet, bu ev konusu var. Sanki o zaman bu konunun kıyısından geçmişim de üçüncü kitapta “burada bir kalayım” demişim gibi. Nohut Oda bu açıdan ilk tematik öykü kitabım diyebilirim. Gerçi kendimi illa bu temada yazacağım diye zorlamadım ama bu son öyküleri yazarken kafamda hep bir fikir vardı. Ev, mekan, barınmak, yerleşmek, kendini bir yere ait hissetmek, köklenmek ya da köksüzlük… Anladığım kadarıyla galiba sırf benim meselem de değil bu ev meselesi: Kiminle sohbet etsem konular dönüp dolaşıp hep aynı yere geliyor. Müşterek bir ev meselemiz olduğu kesin.

N: Biz de kendi aramızda konuşurken üçüncü kitabın bir tema etrafında kümelendiğini düşünmüştük. İlk kitapta kısa seri öyküler halinde hemen hemen her konu var. Ama Nohut Oda baskın bir tema etrafında dönüyor ve ev konusuna eşlik eden o tema bazen ayrılık, ayrılıktan geride kalan biri; bazen ölüm, annesini kaybeden biri; bazen yakın bir arkadaşın kentten, yurttan gitmesi vesaire. Ev ile ayrılık açısından sezilen başka bir şey de evlerin dağılabilir, kurulabilir evler olması. Yani emeklilikte alınmak istenen, orada bir ömür geçirmek istenen evlerden ziyade daha böyle kiralık, geçici, bozulup kurulan evler…

C: Mekan ve gitmek-değiştirmek hakim son kitapta. Bunu materyal olarak da hissediyoruz Nehir’in dediği gibi, nesneler, mobilyalar vs. üzerinden.

M: Bu durum ister istemez ülke olarak içinden geçtiğimiz dönemle ilgili diyebiliriz. Belki 30 yıl öncesine kıyasla çok daha uçucu hayatlar yaşıyoruz. Mekanla ilişkimiz de öyle. Mesela benim “yaşadığım semt” diye bir yer yok hayatımda, iki üç yılda bir değişen bir yer ev dediğim şey. İster istemez kendimi olduğum yere ait hissetmeye çalışıyorum, işte bakkalla merhabalaşınca mutlu oluyorum falan ama bu hiç de sürekliliği olan bir hayat değil. Bizim kuşak biraz böyle, ekseriyetle seferi. Galiba rahat değiliz olduğumuz yerde. Rahat olsak niye yer değiştirelim. Ne yapsak mekanla barışamıyoruz. Bir türlü sırtımızı yaslayıp tamam ben artık buradayım, rahatım diyemiyoruz. Burada oturup bir şeyler yazmaya başlayabilirim, belki bir aile kurabilirim demekte zorlanıyoruz. Çoğunlukla “hayırlısı” noktasında ilişki kuruyoruz mekanla. Yeni bir eve taşınsan bile orada üç sene sonrasını hayal edemiyorsun. “Bakalım,” diyorsun. Çat diye başka bir ülkeye gidebiliyorsun. O ülkede mutsuz olup çat diye geri gelebiliyorsun. Sürekli bavul yapan, koli yapan, nakliyeci kovalayan, bir masada bir araya geldiğinde alternatif yaşamlar hakkında konuşan insanlarız. Mütemadiyen beklentilerimizi karşılayacak şehri, o şehrin içindeki yerimizi arıyoruz.

N: Şehirler demişken ilk kitapta ve ikincisinde Ankara birçok öyküde mevzubahis kent olarak beliriyor. Bütün halleriyle, griliğiyle işte çoraklığıyla, denizsizliği ile ama sanki nohut oda olan da İstanbul. Senin için nasıl bir anlamı var Ankara ve İstanbul’un?

C: Ankara’nın ağırlığı nedir öykülerinde, bir Ankaralı olarak sorayım ben de.

M: Ankaralı mısın gerçekten? Ne güzel. Ben Ankaralıları çok severim. Ankaralılığı da çok severim. Kıskanıyorum sizi. Bazen ben niye İstanbulluyum diye isyan ediyorum. Peki Ankara benim için ne demek? Benim birkaç sevgilim oldu Ankara’da, farklı yıllarda, farklı yaşlarda. Epey de gençtim ama onlarla yeni bir şehirde yeni bir hayatın hayalini kurmaktan hiç geri durmadım. Her seferinde inatla buradaki evimi kapatıp Ankara yollarına düştüm. Ankara’yı çok sevdim. Bence İstanbul’un sağı solu belli olmayan karakterine kıyasla güvenilir, eski bir arkadaş gibi. Fonda aşk olunca zaten galiba daha çok seviliyor bir yer. Ama her seferinde işler yolunda gitmeyince el mecbur İstanbul’a geri döndüm. Ankara’da ne yapayım tek başıma! Ankara nihayete erdirilemeyen ilişkiler sebebiyle, tadı damağımda kalmış bir şehir olabilir. İstanbul da kürkçü dükkanı.

C: Ben Ankara’nın öykülerin ana karakteriymiş gibi belirdiği yerlerde her defasında açıp baktım “Melisa Ankara’da yaşamış mı,” diye. Daha fazla bir yaşanmışlık var gibi hissettirdi.

M: Ben biraz fazla etkilenirim birlikte vakit geçirdiğim insanlardan. Mekanlara hemen uyum sağlarım. Beni üç hafta İzmir’e koy, İzmirliler gibi konuşmaya başlarım. Ankara’da da Ankaralıymış gibi yapmış olmalıyım. Belki toplamda bir-bir buçuk yılım orada geçti ama Ankaralılık konusunda epey gözlem yapma şansım oldu. Sizin “Ankaralı” bulduğunuz öykülerin pek çoğunu da o dönemde Ankara’da yazdım. En azından temellerini orada attım.

C: Bir Ankaralıyı kandırdın o halde.

N: Kendi içine geçirdiğin gibi okuyana da geçirdin.

M: İstanbul’da yaşayan çok sevdiğim bir arkadaşım var, onun da bir Bursalı olarak Ankara macerası var geçmişinde. Onunla Ankaralılar gibi buluşuruz mesela biz, randevulaşmayız, hadi kalk gel deriz, demez hatta kalkıp gideriz. Bu hiç İstanbullu bir tavır değil. Benim gelecek ayın 6’sına randevu veren İstanbullu arkadaşım var. Holding yönetir gibi arkadaşlık ilişkisi yönetiyor.

N: Kitaplar arası biraz spesifik bir soru soracağım. İlk kitapta bir lezbiyen aşk hikayesi var. Daha doğrusu, lezbiyen diyemeyiz belki ama kadın kadına arzunun ifadesi var. Ölümle sonuçlanan bir öykü bu. Bu da bizim eşcinsel hikayelerinde çok alışkın olduğumuz bir tema. Ya ölüm olur ya kavuşamazlar, hep acıklı. Ama Nohut Oda’da daha belirsiz bir başka kadın kadına aşk öyküsü var. Bu öyküdeki bir karakterin ismi cinsiyetsiz (Güneş). Beraber uyuyorlar, uyanıp bir yatakta hayat üzerine muhabbet ediyorlar. Hayatı paylaşan iki kadın ya da kadın kadına bir aşk, seziliyor sadece. Sen nasıl düşünerek yazdın, ben okurken “Evet, sonunda karakterlerden birinin ölmediği ve iki kadının hayatı paylaştığına şahit olduğumuz bir hikaye okuyorum galiba,” diye düşündüm.

M: Aslında oradaki bir aşk ilişkisi değil, çok yakın iki arkadaşın ilişkisi. Ama aşık olsalar o sahnelerin ruhu değişir mi? Bu karmaşanın olabileceğini yazarken öngördüm aslında ama bunu net bir şekilde bilmenin de hikayeye bir katkısı yok diye düşündüm. Öyle dostluklar vardır ya; birlikte uyurlar, birbirlerinin kıyafetlerini giyerler, aynı evi paylaşırlar. Sevgili desen değil, arkadaş desen, arkadaştan öte bir şey. Aralarındaki şeyin pek adı yok yani, bu öykü bağlamında da ne olduklarını bilmek gereksiz geldi bana.

C: Mekandan gitme, ülkeden gitme, kalma meseleleri insan ilişkileri ile bağlantılı yer alıyor öykülerinde. Çok fazla ayrılık teması var örneğin. Anne baba ölümü de öykünün konusu olabilir, sevgiliden ayrılma da, çok yakın arkadaştan ayrılma da. Deminki soru ile şöyle bağlantı kuracağım, biz aramızda bir öykü hakkında konuştuk karakterler sevgili mi değil mi diye sonra baktık ki değillermiş. Ama bir sevgiliden ayrılırken olacağı gibi bir duygusal yoğunluk veya dertlenme görüyoruz, yakın arkadaştan veya ilk arkadaşlıklardan ayrılma öykülerinde de. Bu geçişlilikler üzerine ne dersin? Çok alışkın olduğumuz bir şey değil, “Eğer bu ise yaşanan ya sevgilisidir, şu ise annesiyledir,” gibi kalıplar var.

M: “İsmi konulsun” meselesi bu. Bilmiyorum, ben kendi hayatımda da biraz o etiketleri silmeye çalışan birisiyim ama tabii çok mümkün değil. Yani bu benim sevgilim, diğeri benim bilmem neyim şeklindeki kategorilerden kurtulmak sırtımızdan epey bir yük alırdı diye düşünüyorum. Yazarken de biraz bu unvanlarından bağımsız alanları tarıyorum. Mesela, Nohut Oda’da son öyküdeki Handan ile Aliye kız kardeş de olabilirler, eski aşık da olabilirler. Yani oradaki yoksunluk duygusu farklı biçimlerde de işler bence. Ben bir baba ile kızın arasında ancak ve ancak bunlar yaşanır gibi de düşünmek istemiyorum. Yazarken önce üzerine yazmak istediğim duyguyu buluyorum; bu bir ayrılık duygusu olabilir, özlem olabilir, öfke olabilir. Hikayenin kahramanlarına biraz yolda karar veriyorum. Çoğu kez bittiğinde bana da sürpriz oluyor.

C: Baskın erkekliklerden ziyade böyle salya sümük, kırılgan, beceriksiz erkeklerin özne olduğunu görüyoruz. Arka planında bu erkek karakterler otoriter, sömüren vs. yine ama ön plana çıkarttığın yönleri bu değil. Baba karakterde de erkek sevgililerde de bu böyle. Bu, kasti bir seçimdir diye düşündüm. Ve bu erkeklerin yerine kadınlar geçemez, yer değiştiremezler yani az önce söylediğin gibi diye hissettim.

M: Bu dediğinde haklı olabilirsin. Belli hikayelerdeki erkek karakterler bu işaret ettiğin özellikleriyle epey belirginler. Benim hayat deneyimimde öykülerde olduğu gibi kadınlar her zaman daha etkili oldular. Erkeklerse orada bulundular sadece. Bütün yaşamım kadınların eliyle biçimlendi. O yüzden yazarken de erkek karakterleri bu biçimde inşa etmiş olmalıyım. Asıl hikaye kadınların başından geçenler, asıl dönüşen karakterler kadınlar. Hayatları anlam kazanan ya da anlamını yitiren de onlar. Erkek de sadece pası veren çoğunlukla. Öte yandan hikayelerdeki gerilimli ilişkiyi, yani güçlüyle güçsüzün ilişkisini, sömürenle sömürülenin ilişkisini aşk yaşayan iki kadın arasında da kurabilir, hikayeyi ona göre inşa edebilirdik.

N: Kadınlar arası dayanışma ve dostluk ilişkileri de ciddi bir yer kaplıyor kitaplarda. Birinci kitapta, bir öyküde İrfan diye solcu bir karakter var, devrimci İrfan. Eskiden sevgili olduğu iki kadını düğününe çağırıyor, onlar da orada karşılaşıyorlar yıllar sonra. Belki İrfan’ı, kadınların duygularıyla oynayıp oynayıp onları hayal kırıklıklarına en fazla boğan figür olarak görebiliriz. Ama o bile en nihayetinde kadınlar arasında bir çatışma olmaktan çıkıp üzerine güldükleri, eğlendikleri, başlarından geçen bir macera olarak yer buluyor. Nasıl görüyorsun genel olarak kadın dayanışması kavramını, sana ne ifade ediyor?

M: Genel bir kanı var: Kadınların belli alanlarda ezeli rakip oldukları, birbirlerinin kuyusunu kazmakta hiç zaman kaybetmedikleri gibi bir düşünce bu. “Kadınlara dikkat edin!” falan deniyor, böyle bir gizli uyarı var dünyada. Ben bunun erkek eliyle üretilmiş eril bir senaryo olduğunu düşünüyorum. Ben örneğin hayatta kesinlikle kadınların varlığı sayesinde bir şeyleri başarabilmiş bir insanım. Beni kadınlar büyüttü. Üzerimde en çok kadınların emeği var. Bunu önemsiyorum. Kadın dayanışmasının toplumun her kesiminde işlediğini görüyorum. Kadınlarla rekabet etmek hiç aklımdan geçmiyor. Aldatılsam bile garip şekilde kadının tarafından bakıyorum olaya. Bu kız kardeşlik duygusu bende sanırım çok güçlü.

C: Kitaplarını hiç okumayan biri, kadın dayanışmasına dair söylediğin şeyleri duysa daha doğrudan ve düz şeyler bekleyebilir. Ama bence daha ilginç olan öykülerindeki kadınların çoğunda bir tür farkında hal var,—çoğunluğu yakın ilişkilerinde olmak üzere—bir hata yapılsa da onlara, bir kötülük gelse de başlarına, hep bunun bir biçimde farkındalar, “Ah ne acı!” deyip hayatlarına devam ediyorlar gibi. “Ben şu an kendi topuğuma sıktım”, “ama biliyorum ne olduğunu” diyorlar sanki. Hayatta da çoğumuz, senin söylediğine ek olarak söylüyorum, belki dayanışma ile de olsa bir tür hayatı organize eden, üzerine yük binen halde yaşamamıza rağmen erkeklere, sevgililere, babalara, arkadaşlara çeşitli tavizler veriyoruz. Nüanslı bir durum senin anlattığın.

M: Bu bahsettiğin kadın karakterler kendi trajedilerini kendileri yaratıyor, “Ben bu akşam çok kötü bir şey yaşayacağım ama bunu ben istemesem yaşamam, şu an yaşamak istiyorum” deyip atlıyorlar o manyaklığın içine. O ilişkiyi seçiyor, o hayatı seçiyorlar. Bir şekilde bence sürüklenen insanlar değil bu karakterler. Bilakis o perişanlığı seçen karakterler.

N: Mağdur değiller; tersine özneleri hayatlarının.

C: Sürüklenseler bile, öykü tamamen bir kadının yaşadığı acıyı anlatıyorsa bile, birden kendiyle dalga geçebiliyor, “Sonra ben de gittim bakkala sigara aldım,” deyip hafifletebiliyor. Okuyucuya da “Sen de bu yoldan geçiyorsan ya da buna benzer bir şey sende de çağrıştıysa bir gül,” diyor.

M: Evet, hikayelerin çoğunda kadın karakterlerin kendi kaderlerini belirleyen ve erkeklere boyun eğmeyen, en zor durumlarda bile, yaşadığı şeye bir erkek bile sebep olsa ona da “Tamam canım, sen de bunu yapmış oldun artık ne yapalım,” tadında daha güçlü bir yerden konuşan kadınlar, hiç mağdur ya da şikayetçi değiller. Sosyoloji okumama rağmen benim feminist okumam eksiktir sanıyorum. Galiba çok kuramsal bir yerden düşünemiyorum bu konuda. Yazdığım metinler, oradaki çatışmalar feminist literatürde nereye denk geliyor bilemiyorum. Çocuklarını tek başına büyütmüş, hakkını hep tek başına savunmuş, asla yedirtmemiş, kaplan kadar güçlü bir anne tarafından yetiştirilmiş biri olarak kuruyorum bu öyküleri. Perişan ama güçlü kadın karakterlerimin hikayesi belki buradan geliyordur. İyi bildiğim bir şeyi anlatıyorum. Bilmediğimi anlatmaya kalkışmadığımı sanıyorum.

N: Hayattan beslenen bir yanı olduğu için zaten edebiyatın erkeklik masalına, o güç masalına inanmamak belki hakikaten en belirleyici kısım. Yaşamın kendi içindeki çeşitliliğe bakınca doğal sonuç olarak herkesin güçlü güçsüz, kırılgan hallerinin hep bir arada olduğu öyküler…

Bir de hikayelerde, insan ilişkilerinin yanı sıra bitkiler, hayvanlar da oldukça yer kaplıyor. Özellikle köksüzlük meselesinde bol bol bitkiler dünyasından beslenen örnekler var, kök salamamak, bir toprakta kök verince diğer bitkiyi söksen de ötekinin de köklerinin sarsılması vs. Nedir bitkilerin yeri kişisel olarak ve edebiyatın için ayrı ayrı?

M: Son birkaç yıldır galiba bulduğum her bitkiyi, her kökü, her tohumu eve getirdim. Tohumdan yetiştirdiklerim var, suya bırakıp kök saldırdıklarım. Yani bu evi yeşillendirme meselesine biraz takmış durumdayım. Doğrusu biraz da işin ucu kaçtı. Evin içinde ve balkonda şu anda elime bakan onlarca bitki var. Bu konuda, yani bitkiler dünyası üzerine epey okuma da yapıyorum. Bunun elbette dışarıda azalan bir şeyi evde çoğaltma hevesimle çok ilgisi var. Bir de yaşım kırka yaklaşırken çocukluğumun bahçelerine, balkonlarına duyduğum özlemin artmasıyla. Beni büyüten anneannem “green fingers” dedikleri insanlardandı. Ne ekse tutar, her yaprağı tanır, her ağacı bilirdi. Onunla o dünyada müthiş anılarım oldu. Sanırım anneanne balkonunu yaşatma projesi biraz da bu. Biraz galiba çocukluğuma gidiyorum bu yolla. Sorduğun soruya gelince; bu güncel bitki çılgınlığım elbet metne de sızdı. Bütün gün bitkilerle boğuşup yazarken onları dışarıda bırakmak mümkün olamazdı. Zaten bence nebatat dünyası yazıya müthiş malzeme sağlayan zengin bir dünya. İnsan her türlü duyguyu botaniğe referans vererek bakarak açıklayabiliyor.

N: İnsani ilişkilerde çok acı, çok sert, gerçek gelen şeylerin böyle doğallık içerisinde tarif edilmesi beni bir okur olarak çok etkiliyor. Olduğu haliyle bir hal. Mesela bir öyküde dediğin gibi, bulunduğun yerden sökülürsen belki bir daha hiç çiçek açamayabilirsin…

M: Yerini sevmemek diye bir şey var.

N: Ve bu çok doğal bir şey olabilir. İnsan ilişkilerindeki sertliği kendi halinde bir şey olarak ifade ediyor, benim zihnimde öyle yankılanıyor ve hakikaten çok keyif alıyorum.

M: Yazar sana bir şeyi söylemeyip düşündürdüğünde, gözünün önüne getirdiğinde daha çok seviyorsun, daha çok etkileniyorsun, dahil oluyorsun sanırım…

N: Katalitik vardı bir hikayede 🙂

M: Evet, katalitik kelimesi de öyle galiba; kullanınca ister istemez bir duygu sokuyorsun metne. O duyguyu bir paragraf boyunca da anlatabilirsin ama o kelimeyi kullandığın zaman büyük bir anlatım meselesini çözmüş oluyorsun belki de…

C: Bazı öykülerde de daha ağırlık basan şey, mobilyalar. Sanki yaşıyorlarmış gibi bir hal var; doğa da aynı şekilde çok güçlü ama bu üçüncü kitap özelinde mobilyalar çok yer tutuyor…

M: Benim biraz eşya takıntım var galiba. Kendi evim de bomboştur bu arada; öyle eşyacı bir insan hiç değilim. Ama mesela bir evde bir fincan görüyorum; aynısından anneannemde de vardı, hatırlıyorum. Bu benim için büyük bir keşif anı olabiliyor. Belki çok küçüktüm onu hatırlamak için ama benim dünyamda vardı o fincan. Bir battaniye, bir halı, bir tekli koltuk vs. Bence bunlar belli duyguları çok belirleyen, tanımlayan şeyler hayatın içinde. O yüzden yazarken çok işime yarıyor. Sıklıkla eşyalara başvuruyorum. Seviyorum eşya anlatmayı. Bence mobilyalar anın ruhunu çok güzel aktarıyor.

C: Sen önden duyguyu anlatarak başlıyorsun sonra ilerledikçe o eşyalar öyküyü tamamlıyor, bir ayrılık hikayesi anlatıyorsun mesela ve oradaki bir sehpa özne sanki, o da “Ben de burada oturuyorum,” diyor. Eşyaların insanlarla aynı oranda özne olması dikkat çekici.

M: Evet. Hikayelerin geçtiği odalar epey kalabalık aslında değil mi? Sadece iki kişi yok.

C: Sen o ayrılığı anlatmak için ortama nesneler serpiştirmek kadar basit bir şey anlatmıyorsun, onların da bir o kadar öznelik halleri var.

M: Var, evet. Yani ne bileyim kırk yıldır aynı duvara dayalı duran üç kapılı bir gardırop herhangi bir gardırop olamazmış gibi geliyor bana. Her şeye şahit olmuştur ve bir sürü şeyi temsil eder. Belki ailenin bölünmezliğini ya da babaannenin ketumluğunu. Mobilyalar güzel şeyler ya…

N: Kitaplar arası dolaşan bir yerden bir şeyler söylemek istiyorum. Ülkenin hali, memleket, tanıklık olarak var kitaplarda; öyküler tanık oluyor bir sürü duruma, bazen olay olay bazen bir halet-i ruhiye olarak. İlk kitaptan sona doğru—aslında 2013’ten bu yana—ne yaşıyorsak edebiyatın da ona tanıklık ediyor gibi. Parkta başlayan hareketlilikten başlayıp ilk kitaptaki öykülerde birkaç tanesinin sezdirdiği, son kitapta memleketten kaçar halde uzaklaşanlar, Akdeniz’e, Ege’ye sığınanlar, kentten ya da ülkeden gidenler vs. Senin için bu politik atmosfer öykülerini yazarken nasıl bir yerde duruyor, yani duruyor mu yoksa doğalında mı öykülerin içine giriyor?

M: Ben sanıyorum güncel olaylardan çok etkilenen bir yazarım. 1940’larda yaşanmış bir şeyi yazmak aklıma gelmiyor benim. Ya da gelecekte geçen bir hikayeyi… Daha çok kendi ayaklarımın bastığı mekânlarda ve kendi zamanımın sınırları içinde yazıyorum. Kafam bugünde çalışıyor. Elbette oturup kendi hayatımı yazmıyorum ama döneme hakim taze duyguların peşinden gidiyorum. Bir parkın istilası ve birilerinin o parkın etrafındaki semtlerde yaşayan insanlar olarak kendilerini her şeyin ortasında buluvermeleri ya da hayatımızdaki insanların evlerini kapatıp uzaklara gidiyor olması ve bizim geride kalan kişiler olmamız gibi. Bu duyguların üzerine ne yazılabilir, onların üzerine nasıl bir hikaye kurabilirim, ben bunu düşünüyorum. Mesela şu anda bir çocuğum yok ve hiç çocuğu olmayan biri olarak yazıyorum. Bir gün bir çocuğum olursa ne yazacağım? Muhakkak annelik tecrübesi bana başka, yeni, bugüne kadar hiç yazmadığım bir şey yazdıracak.

C: Üç kitap arasında aslında artan bir mutsuzluk var fonda. Öyküyü okuduğunda depresyona giriyorsun anlamında söylemiyorum, hepsinin duygusu farklı olduğu için, farklı bir şey anlatmak istediği için vs. ama kendi aramızda konuşuyormuşuz gibi. Gerçekten o sırada arkadan bir ülke akıyor gibi. Az önce söylediğin şey çok hissettiriyor kendisini…

M: Bunu çok planlamıyorum ama evet dışarıda olan şey beni fazlasıyla ilgilendiriyor, etkiliyor. Öte yandan, biz bunları şu an okuyoruz, biz şu anda okuduğumuzda bir tanıklık hissediyoruz. Bilmiyorum ki bunu bugün henüz doğmamış birisi okuduğunda onun için ne ifade edecek. Bugünü bugün okumakla daha sonra okumak arasında fark olacaktır.

C: Öykülerde insanlık halleri açısından bir ortaklık var; hem bu bağlam açısından var hem kentlilik konusu olduğu için var. Bir kentlilik ve aşağı yukarı ortaklaşan sınıflar, haller, belli bir yaş grubunun kentte şu an deneyimlediği şeyler açısından. Bu da muhtemelen bizim gibi insanlar için sohbet ediyormuş gibi bir his veriyor.

M: Bazen ben de düşünüyorum bunu. Kendimi belli bir dünyanın içine mi kapattım diye… Ama yazar ancak kendini duygulandıran şeyi yazabiliyor. Seni etkilemeyen bir şeyi, insanı nasıl yazabilirsin ki…. Yani 80 yaşında bir kadının gözünden hayatı anlatmak için 80 yaşına gelmeyi elbette beklemeyeceğim ama yazacağım konunun benim ilgimi çekiyor olması lazım. Benim öyle bir kadının hayatını tahayyül ettiğimde bir şey hissedebiliyor olmam gerekiyor. Seni hiç heyecanlandırmayan, sana hiç etki etmeyen bir şey hakkında yazmak kolay olmasa gerek.

C: Anne-kız ilişkisini soracaktım ben, edebiyatın baş konularından olsa da sendeki yerini merak ettim.

M: Anne-kız çatışması bence edebiyata epey hizmet eden bir çatışma. Hem çok sevmek hem katlanamamak, hem aynı dünyayı paylaşmak hem düşman olmak, hem yanında nefes bile almak istememek hem de çok özlemek… Anne konusu zor ve ağır bir konu. Kaç kitap yazsan hesaplaşma bitecek gibi değil… Baba da öyle… Benim de epey ilgimi çeken bir yer. Okuduğunuz üzere!

N: Tuhaf; bir yandan ondan doğuyorsun, onun memesinde büyüyorsun. İlk gördüğün, belli bir süre maruz kaldığın ve çatışmaları çoğu zaman aynı zeminde yaşamak zorunda olduğun biri. Baba biraz daha işte şurada burada ve daha ziyaretçi gibi olabiliyor o ev hayatında.

M: Bir de baba genelde çok ifade eden birisi değil kendisini. Anneyle kızın paylaştığı şey çok başka. İlla oturup dertleşmek de şart değil, hiç konuşmadan da bir sürü derdin ortağı oluyor anneyle kız. Bence anneler çocuklarına öfkeli olmalılar, birisi gelip hayatını işgal ediyor. Bir yandan şefkat duygusu, bir yandan sevgi, bir yandan birisini hayatta tutma mecburiyeti. Çok karışık duygular. Baba çoğu ailede dediğin gibi dışarıda duran. Ki o dışarıdalık da başka şeyleri tetikliyor ruhunda. Başka şeyler yazdırıyor.

C: Buradan birinci tekil şahısla öykülerini anlatıyor olmana geçelim. İkinci tekil var ama o da zaten ben yani. Ben dışında başka anlatıcı hatırlamıyorum.

M: Birinci tekil şahısın dilinden anlatmayı tercih ediyorum, evet. Yazarken farklı şeyler deniyorum aslında; mesela bir öyküyü hem birinci tekil şahsın ağzından hem de üçüncü tekil şahıslardan faydalanarak yazıyorum. Sonra bu iki versiyonu bir kenara kaldırıyorum. Bir süre sonra açıp baktığımda hangisinin hissi sahici geliyorsa onu tutuyorum, diğerini eliyorum. “Ben”den duyduğumuz şeyler çok daha güçlü geliyor bana. Kahramanın kendi sesini kafamın içinde duymak beni yazarken daha da rahatlatıyor, cesaretlendiriyor. Tanrı olmayı değil de galiba o karakterin kendisiymişim gibi yapmayı seviyorum.

C: Demin bahsettiğim ortaklığı da pekiştiren bir şey olarak okuyorum onu. Çünkü bir öykü ben diye gitse, öbürü üçüncü tekil şahıs olsa, bu biraz daha bütünlüğü kıran bir şey olur. Bu haliyle öykülerin gerçekten aynı bütünün parçaları gibi.

M: Galiba. Karakterler başka öykülere dahil olsalar da bu şekilde bir kitabın içinde yan yana geliyor, ortak bir sese seslerini katıyorlar. Kitap da bütünlüğünü buradan sağlıyor. Ama bu tek seslilik olarak anlaşılabiliyor; bana hâlâ kendi hayatınızı mı yazıyorsunuz diye soruyorlar. Bu mümkün olabilir mi?

N: Bu edebiyat içi bir tartışmaya da dönebilir. Gündelikten beslenen bir şeyi erkek yazarlar yazmadı mı bu zamana kadar, bir sürü roman, bir sürü öykü var. Erkekler yazınca kurmaca oluyor kadınlar yazınca günlük yazmış, kendi hayatını yazmış, oluyor.

M: Ne güzel açıkladın. Evet, kadın yazarın kurmacası erkek yazarın kurmacası karşısında nedense daha naif görülüyor. Bu kadarını hayal etmiş olamaz, olsa olsa kendi hayatını yazmıştır mı deniyor, bilemiyorum.

N: Hemen bir yafta ve değersizleştirme.

C: Evet, kendi aşk acılarını yazmış diyorlar herhalde.

M: Kadın ancak kendini mi anlatır, anlatabilir yani?

N: O gündeliği hemen bir değersizleştirme hali ama çağdaş Türkçe edebiyatta pek çok erkek yazarın da o kafada olmadığını düşünüyorum. Gündelik hayatın içerisinden kendilerini konumlayan, benim de okumaktan çok keyif aldığım bir sürü yazar var. Yine konuyu bir yere taşıyacağım ama bilmiyorum sonra belki bu konuşmaya geri döneriz. Sen nasıl buluyorsun Türkçede çıkan hemcinslerimizin yazdığı kitapları, öyküleri takip edebiliyor musun?

M: Etmeye çalışıyorum. İsmen de takip etmeye çalışıyorum. Her şeyi okuyamasam bile aşağı yukarı neler yazdıklarına bakmaya çalışıyorum. Benim gibi öykü çalışan var, roman çalışan var, bambaşka türlerde farklı eserler üreten var. Çoğu da gerçekten iyi ve okurun da dikkatini çekiyorlar. Buna seviniyorum. Birbirini destekleyen bir kuşağız. Birbirimizin kitaplarını okuyor, takip ediyor ve öneriyoruz.

N: Son zamanlarda öykü, roman, şiir ne dolanıyor elinde?

M: Bu ara Ursula LeGuin’in kitaplarına en baştan başladım. Bende hepsi vardı, zaman içinde dağılıp yok oldu, yeniden aldım.

N: Biz de Sevgi Soysal’a düşmüşüz.

M: Biraz eskileri okumaya çalışıyorum ben de bu ara. Ahmet Hamdi Tanpınar’ı bir daha okumaya niyetim var. Daha genç yaşlarda okuduğum Türkçe klasiklere geri dönmek istiyorum. Bugün benim içinde metin ürettiğim edebiyatı taşıyan köklü bir edebiyat var orada. O eski yere mesafemi kaybetmek istemiyorum. Ama tabii her şeyi baştan okumak ne kadar mümkün, bu kadar çok çalıştığımız bir dünyada benimki naif bir çaba olarak da kalabilir.

N: İş olarak da yayın sektöründesin, bir yandan hayatının bir parçası da bu, sadece üretmek değil üretimlerin de mutfağında olmak. Nasıl terazinin o tarafı ve bu tarafı?

M: Editör arkadaşlarımla buluştuğumda hep aynı şeyi konuşuyoruz, bu işe girdiğimizden beri daha az kitap okuyoruz. Çok şey okuyoruz da bir keyif okuması yapmak için eskisi kadar vakit ve enerji kalmıyor ne yazık ki. Bir de yeni bir kitabı dünyaya getiren süreci bilince insan kitaplardan mı soğuyor, bilemiyorum. İnsan nasıl yaptığı yemeği yemek istemiyor, mutfağı görmeyince daha tatlı geliyor, tam da öyle bir şey. Ben ne yazık ki daha az okuyorum yayıncılıkla haşır neşir olduğumdan beri. Ama tabii ki yine merak içinde bir sürü kitap alıp kenara koyuyorum. Kitaplara düşman olmadım ama boş zamanımda başka bir şey yapmak istiyorum bazen. Dizi izliyorum mesela.

C: Röportajın başında ilk Nehir’in başlattığı soruya döneceğim. “Atını bağlamak” ikinci kitapta geçiyor, birinci kitabın adı. “Nohut oda” ikinci kitapta geçiyor, üçüncü kitabın adı.

M: Sherlock gibisiniz! Benim pek planladığım şeyler değil, ne yalan söyleyeyim. Tatlı tesadüfler diyelim… Ama öyle şeyler var ki başta bilmeden yapıp, sonra aslında bilerek yaptığını fark ediyorsun. Mesela Bazen Bahar’ın kapağında bir duvar dokusu var ve içeride de bir duvar hikayesi var. İkisi arasındaki bağlantıyı ben bir okurum söylediğinde fark ettim. “O öyküdeki duvarı kapağa taşımanız çok güzel olmuş,” dedi. Ben de “Ya öyle mi yapmışız,” dedim.

N: Atları Bağlayın Geceyi Burada Geçireceğiz’de at var, onu biliyor muydun 🙂

M: Var mı gerçekten? J Şaka bir yana, bazı şeyleri ben de birisi bana işaret edince fark ediyorum. Yazarken çok da anlatamadığım bir biçimde işliyor kafamın içi. Sen belli şeyleri kafanda arka arkaya diziyorsun. Ama kağıda geçirirken işler öyle düzenli ilerlemiyor. Elbette çok bilinçli çalışan yazarlar da var. Her şeyi planlayan, planlarından şaşmayan… Ben biraz dağınık çalışıyorum. Hiçbir akışın önünü kesmemeye çalışıyorum. Mühendis gibi çalışmıyor aklım yazarken. Dört yaşında bir çocuk gibi çalışıyor. O nedenle her şeyin nedenini açıklayamayabiliyorum. Güzel bir detayı tesadüfen fark ettiğimde de seviniyorum, demek diyorum bazı taşlar benden habersiz yerine oturuyor, su akıp yolunu buluyor.

[1] Yardımları için Zeynep Başak Kütük’e sevgilerimizi ve teşekkürlerimizi iletiyoruz.

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.