Kadınların ev içi alanda öldürülmesi heteroseksüel ilişki çerçevesinde gerçekleşir. Kadın cinayetlerinden söz edilirken verilerden bahsedilmez ancak belki de veriler, politik açıdan en önemli olandır.

Paul B. Preciado

Kadın hakları için ve Vox’un* konuşmasına karşı geçtiğimiz 15 Ocak’ta yapılan eylem, Puerta del Sol Meydanı, Madrid.

 

En son istatistikler her gün yedi kadının Avrupa Ekonomik Topluluğu ülkelerinden birinde kocalarının, eski kocalarının, çocuklarının, ebeveynlerinin, duygusal partnerlerinin veya erkek arkadaşlarının elinde öldüğünü ortaya koyuyor. Bu cinayetlerin çoğu ev içinde veya evin çevresindeki 300 metreden daha kısa bir mesafe içinde meydana gelir ve çoğu durumda cinayetin yaşanmasından önce kadınlar kendisinden şiddet gördükleri partnerlerini en az bir kez şikayet etmiş, şikayetlerin hiçbirinden sonra o şiddetin tekrarlanmasını veya artmasını engelleyebilmek amacıyla ister yasal birimler ister polis tarafından olsun önleyici veya koruyucu tedbirler sağlanmamıştır. Ta ki sonu ölüme varana kadar. Gözümüzden kaçmış olması ihtimaline karşı dikkat çekmek gereken bir nokta var ki bu cinayetler, kendilerini geleneksel açıdan gelişmiş olarak ifade eden ve demokratik olduğu söylenen anayasalarla yönetilen batı ülkelerinde meydana gelmektedir.

Kadın cinayeti istatistiklerini yakından incelemek; nekropolitika ve toplumsal cinsiyet, yaşam ve ölüm idaresi ile cinsellik yönetimi arasındaki ilişki hakkında bazı sonuçlar çıkarmamızı sağlar. Her şeyden önce 2019’da Dünya gezegeninde “kadın” olarak tanımlanan bir beden olmak yüksek riskli bir politik konumdur. Anatomik pozisyon değil, “politik pozisyon” diyorum çünkü ampirik olarak erkekler ve kadınlar arasında gerçek bir fark yaratmamızı sağlayan hiçbir şey yok. Alnına çizilen XX kromozom harfleri yüzünden saldırıya uğrayan bir kadın bilmiyorum veya saldırının gerçekleştirilmesi için bir ön koşul olarak uterusun incelenmesi gibi cinsiyetçi şiddet eylemlerine başvurulduğunu da görmedim.

Kadınlar şiddete maruz kalır, çünkü hetero-patriyarkal erkeğe karşı kültürel olarak madun bir siyasi konumda bulunurlar. Transseksüel kadınlar, efemine erkekler ve beden koreografisi ya da kıyafet yönetmeliği belirli bir sosyal ve politik bağlamda toplumsal cinsiyet açısından beklenenlere uymayan insanlar da şiddete maruz kalmaktadır. Bu şiddet bağlamında, Amelia Valcárcel veya Lidia Falcón gibi İspanyol muhafazakâr feministlerin trans kadınlara karşı eleştirileri sadece ampirik olarak hatalı değil aynı zamanda politik olarak da yakışıksız. Trans kadınlar, yalnızca şiddetin failleri olmamakla kalmaz, aksine, hetero-patriyarkal şiddet karşısında en savunmasız politik öznelerden de biridir.

Bolivyalı feminist Maria Galindo’nun da söylediği gibi Maçokrasi sistemlerinde yaşıyoruz. Ya da Cristina Morales’in deyimiyle ifade edecek olursak şiddetin tüm kadınlara, ikili olmayan [non-binary] bedenlere, heteronormatif olmayan bedenlere, cis bireylere de trans bireylere de (cis: kendilerini doğuştan atanan toplumsal cinsiyet kimlikleri ile tanımlayan kişilere denir ve kendilerini atanan toplumsal cinsiyet kimliği ile tanımlamayan trans veya non-binary kişilerden ayrılırlar), üstelik Bolivya, İran ve Fransa gibi görünüşte birbirinden çok farklı olan siyasi rejimlerde uygulandığı maço-faşo neoliberal kültürlerde yaşıyoruz. Feminist devrim olacaksa ya herkesin devrimi olacak ya hiç olmayacak.

Şiddet uygulayan erkekler ve şiddet mağduru kadınlar diye ikili, Manişeist ve genelleyici bir karşıtlığa veya siyasi konumumuzu güç ilişkilerinin değil kromozomların belirlediği  natüralist argümanlara düşmeyelim. Eğer şiddet sadece bir erkek meselesi olsaydı, her gün yedi erkek de eşcinsel ilişkilerinde sevgililerinin, partnerlerinin ya da erkek arkadaşlarının elinde ölürdü. Kadın cinayetlerindeki sayılara dikkatlice bakalım. Bu rakamların incelenmesinden ortaya çıkan ikinci sonuç, ev içinde kadınlara yönelik saldırı, taciz ve cinayetlerin heteroseksüel ilişki çerçevesinde meydana geldiğidir. Kadın cinayeti hakkında konuşulurken bu verilerden asla bahsedilmez ancak belki de politik olarak en önemlisi budur. Heteroseksüellik; cis olsun trans olsun tüm kadınları kurban konumuna getiren ve güç eşitsizliğini ve şiddeti erotize eden nekropolitik bir cinsel rejimdir. Heteroseksüellik kadınlar için tehlikelidir.

Şiddet ve heteroseksüellik arasındaki bu konuşulmayan bağlantının tanınması, politik hedeflerimizin değişmesini gerektiriyor. Gey ve lezbiyen hareketi son otuz yıl içinde eşcinsel evliliğin yasallaştırılmasına odaklanmış olsa da, günümüzde bir somato-politik kurtuluş hareketi, bu şiddeti meşrulaştıran bir kurum olarak heteroseksüel evliliği ortadan kaldırmayı hedefleyecektir. Benzer şekilde, kız çocuklarına, erkek çocuklarına ve tüm çocuklara [niños, niñas y niñes] yönelik cinsel istismar ve şiddetin heteroseksüel aile içinde gerçekleştiği gerçeğinin kabulü ile aynı cinsiyetten ebeveynler tarafından evlat edinmenin yasallaştırılması talebi yerine, ailenin bir toplumsal üreme kurumu olarak ortadan kaldırılmasına gidilecektir. Evlenmemize gerek yok. Aile kurmamıza gerek yok. Tek eşliliği, genetik bağları ve hetero-patriyarkal aileyi aşan politik işbirliği biçimleri icat etmeliyiz.

Eğer feminizmin sorunu trans kadınlar olsaydı, size şunu söyleyeyim, o zaman sorun da olmazdı. Trans kadınlar şiddet, taciz veya kötü muamelenin faili değildir. Ancak, natüralist feministler için kendi hayatlarını ilgilendiren ve kendi yataklarını sorgulamayı gerektiren bir soruna yani normatif heteroseksüelliğe işaret etmek yerine trans kadınları suçlamak daha kolaydır. Normatif heteroseksüelliğin yapısal bir parçası olan şiddetlilik özelliği, geçen yüzyılın ortalarından bu yana çok sayıda radikal feminist tarafından kınandı, ancak bu eleştiriler patriyarkal sisteme kafa tutan ve feminizmi de etkileyen bir lezbofobi nedeniyle duyulmadı ki bu lezbofobi ancak günümüzün transfobisiyle mukayese edilebilir.

Şimdi yirminci yüzyılın sonlarında heteroseksüel pozisyona yerleştirildikten sonra (birçoğu öyleydi de) kendilerini “kaçak köle” [“cimarronas”] olarak açıklayan ve politik lezbiyenliğe kaçan gerilla kadınlara kulak verelim: 1968’de Ti-Grace Atkinson kendini lezbiyen olarak tanımlar ve Betty Friedan başkanlığındaki Amerikalı feminist hareket NOW’ın evliliğe yönelik savunmasını eleştirerek bu hareketle bağlarını koparır. Atkinson’a göre evlilik, kadın emeğinin sömürülmesini meşrulaştıran ve kadınları erkeklerin istek ve arzularına tabi kılan bir kurumdur. Betty Friedan, lezbiyenleri feminizmin heteroseksüel değerlerine “şiddetli bir tehdit” olarak görecektir. ABD’deki Village Voice adlı gazetenin köşe yazılarında eşcinsel olduğunu açıklayan ilk lezbiyen Jill Johnston eskiden toplantılarda ve partilerde, uzun saçları ve yarı açık gömleğiyle heteroseksüel kızları neşeli ve saygısız bir tavırla baştan çıkarmayı “heteroseksüelliğe karşı politik bir protesto” diye adlandırırdı. “Feminizm teoridir, lezbiyenlik eylem” ifadesi buradan yükseldi. Böylece bazı kızlar uygulamaya geçtiler.

Birkaç yıl sonra, Monique Wittig heteroseksüelliği cinsel bir pratik olarak değil, politik bir rejim olarak tanımlar. Doğal olarak heteroseksüel olan kadınların bulunduğu iddiası, erkeklerin doğası gereği şiddet içerdiği iddiası kadar yanıltıcıdır. Adrienne Rich için heteroseksüellik cinsel bir yönelim veya tercih değil, kadınlar için politik bir yükümlülüktür. Arzu yoktur, norm vardır. Rich, yazılı olmayan yasayı heteronormativite olarak adlandırır. Audre Lorde heteroseksüellik ve ırkçılık arasındaki ilişkiyi inceler ve bize madun bedenlerin  hegemonik kültürlerde şiddet içeren erotize edilme biçimlerini tespit etmeyi öğretir. Virginia Woolf’a göre bir kadının yazmak için kendine ait bir odaya ihtiyacı varsa, Audre Lorde için eğer kadın özgür ve güvende ise, o oda  heteroseksüel bir evde, hele ki evlilik içinde kesinlikle olamaz.

İlk gerillalardan elli yıl sonra heteroseksüel kadınlar kocaları ve erkek arkadaşları tarafından öldürülmeye devam ediyor. Bugün lezbiyen olduğunu beyan etmenin 1960’ta olduğundan daha kolay olduğu doğruysa da inatçı heteroseksüellik aynı derecede ölümcül olmaya devam etmektedir. BDSM ve trans kültüründen etkilenen Gayle Rubin, Pat Califia ve Kate Bornstein, konuyu bir adım öteye taşır ve kimseyle heteroseksüel ilişkilere girmemeyi önerirler. Bu, hem erkeklerin hem de kadınların kimliklerini baştan alaşağı etmelerini gerektirir. Peki siyasi pozisyonu erkeğin üstlendiği kabul edilen heteroseksüel bir ilişkide, erkekliğin iktidarı elinde tutmak olarak kabul edildiği hakim tanım reddedilirse ne olur? Erkeksiz ve kadınsız, ama “heteroseksüel” denen bir ilişki nasıl olurdu? Artık normatif heteroseksüellikteki kendi iktidar konumları ile ilgili eleştirel bir kimliksizleşme sürecini başlatmak zorunda olan cis erkeklerdir. Maçoluğu, faşizmi ve neoliberalizmi terk etmeleri gerekmektedir.

Çevre politikalarında yaşanan şeyin aynısı toplumsal cinsiyet politikalarında da başımıza geliyor: Neler olduğunu ve kendi sorumluluğumuzu çok iyi biliyoruz ama değişmeye istekli değiliz. Değişime karşı bu direniş yalnızca hegemonik mevkilerde oturanlar tarafından değil, aynı zamanda madun bedenler –bir iktidar rejiminin sonuçlarından daha doğrudan acı çekenler- tarafından da kendini gösterir. Ayrıcalıklarımızı kaybetmekten veya sahip olduğumuz küçücük şeyden bile vazgeçmekten korkuyoruz, küçük düşmekten korkuyoruz. Ancak küçük düşürücü olacağı düşünülen şey, normdan daha iyidir. Sadece arzunun dönüşümü politik bir geçişi harekete geçirebilir. Söylediklerimin kitlelerde hemen bir coşku yaratmadığını hayal edebiliyorum, ancak patriyarkanın nekropolitik mirasının sonuçlarıyla kolektif olarak yüzleşmek gerekiyor; eğer albümü çıksaydı adını Expansive shit [genişleyen bok] koyarlardı kesin. Sadece heteroseksüelliğin patriyarkasızlaştırılması iktidar konumlarının yeniden paylaştırılmasına izin verebilecek, sadece ilişkilerin heteroseksüellikten çıkarılması yalnız kadınların değil –paradoksal olarak– erkeklerin de özgürleşmesini mümkün kılabilecektir. Bütün bunlar olurken bir yandan her kadın bir silah edinmeli ve silahın nasıl kullanılacağını bilmelidir. Kaybedecek vakit yok. Devrim çoktan başladı.

Not: Paul B. Preciado’nun bu yazısı, İspanya’nın ikinci en çok dağıtılan gazetesi ve çevrimiçi okunma sırasında ülkede üçüncü sırada olan El País’ten kaldırılmak istenmiş, ardından sadece üyelik ile okunabilir hâle getirilmiştir. “Parole de Queer” adlı blog’da bu durum hakkında bilgi veren ve dayanışma gösteren bir paylaşımda şu sözlere yer verilmiştir:

Filozof ve aktivist Paul B. Preciado’ya ve 25 Kasım’da El País gazetesinde yayınlanan ‘Heteroseksüellik tehlikelidir’ başlıklı makalesine yönelik desteğimizi göstermek istiyoruz. Buradan, Paul B. Preciado’nun sadece sosyal medya üzerinden değil aynı zamanda basında yer alan belli bir kavgacı ve muhafazakar kesimden gördüğü muameleyi reddettiğimizi ifade ediyoruz. El País’in direktörü Soledad Gallego Díaz bile birkaç saat sonra makaleyi çok talihsiz olarak değerlendirerek reddetti ve derhal kaldırılmasını ‘emretti’.

Çeviri: Gamze Yılmazel, M. Pía Gamón Samper

İspanyolca editör desteği için Banu Karakaş’a teşekkürler.

* Vox, İspanya’da 17 Aralık 2013’te Halk Partisi’nin eski üyeleri tarafından kurulmuş bir siyasi partidir. Parti çeşitli şekillerde sağcı, sağcı popülist veya aşırı sağ olarak tanımlanmaktadır.

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.