Okuyacağınız mektup iki kadın arkadaşın pandemi döneminde “Nasılsın?” sorusu ile başlayan bir telefon konuşmasına dayanıyor. Eve kapanmanın ağırlaştırdığı hayatlarını anlamlandırma, sorgulama, iç dökme ve yaşadıklarına dair bir kayıt düşme çabası. Kendileri gibi akademisyen ve farklı yaş gruplarından on kadınla beraber diğer kadınlara seslendikleri bu mektupta, dünün ağırlığı, bugünün yorgunluğu ve geleceğin kaygısından ortak bir avluya çıkışı işaret ediyorlar… Daralan alanlarını tekrar genişletmenin, fiziki mesafelenmeyi aşan bir ruhsal yakınlaşmanın imkanlarını düşün(dür)üyorlar. Mektubu kaleme alanlar, bizleri kadın dostluğunun sadece sağaltıcı değil güçlendirici avlusuna da davet ediyor ve bu mektubu alanları kendi hallerini paylaşmaya çağırıyor.

Alev Özkazanç, Didem Danış, Ece Öztan, Funda Cantek, Gizem Bilgin, Müjde Paralı Van Gorp, Nurseli Yeşim Sünbüloğlu, Özgün Biçer, Özlem Şendeniz, Sevgi Uçan Çubukçu, T. Deniz Erkmen, Umut Azak

Sevgili Kızkardeşim,

Geçtiğimiz üç ayda çok tuhaf şeyler oldu. Bir ülke, iki ülke, üç ülke derken bir hastalık dünyaya yayıldı. Sarılmak, öpüşmek, dokunmak hatta yakınlaşmak ölümcül oldu. Sokaklar boşaldı, sesler azaldı, ayaklar eve doğru çekildi. Dışarıyı büyük bir yalnızlık kaplarken evlerin içi mahşer yerine döndü. Yatakhane, yemekhane, oyun parkı, okul, işyeri ve nihayetinde tımarhane oldu ev. Sarı bez, kolonya ve sabun üçgenine hapsolduk. Ellerimizi sabunladığımız sürede hangi şarkıyı mırıldanacağımızı şaşırdık. Farklı mekanlarda yüklendiğimiz roller tek mekanda üst üste binince kurduğumuz düzen tuzla buz oldu. Hayatta kalmanın ölçüsünü aldık: bir buçuk metre. Artık bu boşluktan arda kalandık. Kapıları kapattık üzerimize. Ağzı maskeli, elleri eldivenli göz göz ev olduk. Evden başka bir şeye, birine tutunmayı unutmalıydık. Hayatta kalmak için, dünya eve sızmasın diye duvarların deliklerini yamadık, evin düşen taşlarını yeniledik. Öylece, çoluk çocuk ya da yalnız, yaşlı ya da genç, bir süre durduk içeride. Evde hayat var dediler oysa kapatıldığımız evlerde daha çok kadın şiddet gördü. Dokuz yaşında bir kız baba dayağından, 17 yaşında bir oğlan kalbindeki bir kurşundan öldü. Çocukların astıkları gökkuşakları suçlu ilan edildi.

Eski dünya hızla yıkılırken ve yeni dünya henüz ortaya çıkmamışken yolunu en fazla kaybeden kadınlar oldu. Biz bir avuç kadın, günlerden bir gün, delirmemek için dört duvara dönüşen evlerden kaçarak, kendimize evlerimizin ortasında ferahfeza bir avlu açtık. Online olarak yaslandık birbirimizin omzuna. Birbirimize içimizi dökerken dedik ki insan insanın acısını alır. Bu şifalı su kızkardeşlerimize doğru aksın, hallerimizi onlara anlatsın, dertleşelim, dertlerimize deva olalım.

Geçtiğimiz üç yılda da çok şey oldu. Kimimiz barış istedik diye cezalandırıldık, üniversitelerden atıldık, işsiz, parasız kaldık. Alıştıklarımız, sevdiklerimiz elimizden alındı. Fakat haklıydık biz. Kazanacaktık. Hem, bizden kötü durumda olanlar vardı, sızlanmayacaktık! “Acıları yarıştırma” diyordu kapılarını aşındırdığımız ruh hekimleri. Dinlemiyorduk. Politik bir duruştu bizimkisi. Bu yarışta bizim acılarımız dereceye girmiyordu. Binbir emekle örülmüş hayatlarımız hoyratça bir yerinden sökülmüştü. İlmek kaçmasın diye kendimizi zora koşuyorduk. Yoksa bizden bir şey kalmayacaktı. Gözden kaybolmamalı, suyun üstünde kalmalı, meydan okumalıydık. Biliyorsun hayatta kalmak kadın işi. Daha küçücükken güvende kalmaya, mesleğimizde darbelere karşı durmaya, suçluluk duymadan dengede kalmaya, taciz karşısında güçlü durmaya, geceleri de sokakta olmaya çalıştık hep.

Fakat her şeyden biz sorumlu olamazdık kızkardeşim. Yaşam tarzlarımızın sınırlarını, sınıfsal avantajlarımızın, her şeyi mükemmel yapan süper kadınlar olmaya çalışmamızın anlamsızlığını görmek için çok beklememize gerek kalmadı.

Ev dört duvara dönmüşken, dışarısı hızla içeriye sızmaya başladı; evin çatısı altında bin türlü yükü sırtlandık. Kameralar açıldı, toplantılar, dersler, seminerler yapıldı… Anlattık, yazdık, dinledik. Pırasalı börek, ekşi mayalı ekmek yaptık; boncuktan kolye dizdik, binbir motif ördük; filmler, diziler izledik, romanlar okuduk. Ev aynı zamanda işlik oldu. İşledi durdu. Tencereler kaynadı, yıkanan çamaşırlar rüzgarda salındı, ütünün buharından göz gözü görmedi. Çocuklara dersler anlatıldı, oyunlar uyduruldu, ödevler tamamlandı. Her sabah dünyayı yeniden kurmak, yıkayıp paklamak, bebekleri kucaklayıp hastalara şifa vermek için bize destek veren kadınların değeri daha bir anlaşıldı.

Sabahları haftanın hangi gününe uyandığımızı bilemedik. Oysa pazar günlerinin güneşli tembelliği ne tatlıydı. Kullanılmaktan bezen eşyalar bize bozuldu, çöpler kasvetimizi kustu, bel bölgesi karın çevresini fethetti. Boyalarımız geldi, kaşlarımız, tırnaklarımız uzadı. Üç gün diyet, iki gün yoga, bir ara da pilates yaptık. Hepsini yarıda bıraktık.

Bekarsak eğer yalnız başımıza kendimizi desteksiz, terk edilmiş hissettik. Eve çekilen ülke koca bir “aileye” dönerken biz yersiz yurtsuzduk. Karantina günlerinde kendimize ait odalar özgürleştirdikleri kadar yalnızlaştırdılar da. Fakat bu çok sürmedi. Biraz durup düşününce içinde soluk alamadığımız, soluğumuzun şarkıya dönüşemediği bir aileyi istemediğimizden emin olduk. Bazen evde kiminle kapalıysak o role hapsolduk. Farklı rollere girip çıkmayı, bir konuşmaya kulak kabartmayı, birilerine yabancı olmayı özledik. Etrafta akan canlı bir hayat yokken yalnızlığın hiç keyfi olmadığına emin olduk.

Dünyada çok şey oluyor kızkardeşim! Bazen kötü, bazen iyi şeyler… Her gece kafayı yastığa koyduğumuzda gönül sızımız ortaklaşıyor. Hadi gel hayatın seyir defterini birlikte tutalım. Bak mis gibi sardunyalar açıyor. Bizim gibi balkondan, mevsimden taşıyor; yaşamı toprağa ve havaya akıtıyorlar. Hatırlasana 8 Mart sloganlarıyla sokaklara akmamızın üzerinden daha üç ay geçti. Yırtık, sürtük ve öfkeli… Herkes için eşitlik ve adalet diyen feminizmin zamanıysa hiç geçmedi, dayanışma daha da elzem oldu. Sinem Sal’ın dediği gibi “Geçtiğimiz üç ayda çok şey oldu. Biraz ölmemeyi, azıcık hayatta kalmayı, olduğu kadar yaşamayı öğrendik.” Bir davet olsun bizimki de. Gündem baş döndürücü bir hızla akarken, şu son aylarda yaşadıklarımız, hissettiklerimiz unutulmasın. Öfkemizin ve kederimizin çığlıkları; umudumuzun ve hayallerimizin şarkıları çınlasın avlumuzda… Sen nasılsın, onu yaz bize. Yaz ki, vazgeçmeyelim… Yaz ki avlumuz genişlesin… Sesimize ses olalım, güç alalım birbirimizden…

 

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.