Beni acıtan, giderek takatsiz bırakan çekirdek çitler gibi çıt çıt seri ölümler üreten lanet olasıca nekrosiyaset; iktidarın sürekli “gözden çıkarılabilir”, “öldürülebilirler” listeleriyle yaşamlarımızın her anını kuşatan ve öldüren sistematik şiddetine karşı çaresiz hissetmek.

Slavers Throwing Overboard the Dead and Dying, Typhoon Coming On, J. M. W. Turner

Son bir yılda dozu iyice artmak üzere, uzun zamandır hınç[1], öfke, haset, nefret ve kibir gibi kavramlar/duygular birbirlerinin muadili olarak her yerde dolaşıyor. Bu doğrultuda, kimi zaman Nietzsche referanslı bir felsefi kaynağa, kimi zaman Klein, Freud gibi, kavramları psikolojikleştiren bir literatüre; sıklıkla da bunları harmanlayarak ele almaya imkan tanıyan, Spinoza’dan koparılmış duygulanım teorileri diyebileceğimiz, kültürel incelemeler, antropoloji, sosyoloji, medya vb. alanlarla kesiştirerek hem bireysel duygulanmaları hem de bunların duygulanımsal (ilişkisel yani toplumsal) yönünü ele alan çeşit çeşit bir analiz düzlemine başvuruluyor. Ben bu duyguların analizinin nekrosiyaset[2] kavramı olmaksızın yapılmasının en hafif tabirle eksiltilmiş olduğuna kâniyim. Mesele kötü bir hayatta iyi bir hayat sürmeye çalışmaktan öte, “ölümle” yaşatılma, ölüm değerlerinin hakimiyeti meselesi. Bireysel yanına indirgemek, biraz hafifleştiriyor içinde yaşadığımız bu özel seçki karabasan atmosferi.

Deprem haberlerine bakmak istemiyorum. Bakmadıkça içimde büyüyen endişeden ve beni yutabilecek karanlıktan daha çok korktuğum için de bütün haberlere bakar halde buluyorum kendimi. Yıllardır olan büyük depremlerle ilişkim böyle çelişik ve hiç bitmeyen bir acıtılma hali (acı duyma değil acıtıldığımı duyumsama).[3] Oysa beni acıtan da ne deprem ne de basit bir Büyük İstanbul Depremi korkusu. Evet, bizi diri diri gömecekler; jeoloji mühendisi bir eski sevgilimin aktardığına göre, hocaları “Kentin üstüne kireç dökmeye inşallah helikopter yeter” diye anlatıyormuş derslerinde; bundan korkmamak ahmaklık. Deprem korkutucu ama nekrosiyasetin işleyişinin yanında hafif kalıyor. Benim de bütün yaşam kapasitemi kötürüm etmeye korku tek başına yetmiyor.

Beni acıtan, giderek takatsiz bırakan çekirdek çitler gibi çıt çıt seri ölümler üreten lanet olasıca nekrosiyaset; iktidarın sürekli “gözden çıkarılabilir”, “öldürülebilirler” listeleriyle yaşamlarımızın her anını kuşatan ve öldüren sistematik şiddetine karşı çaresiz hissetmek. Özlemini duyduğum, yaşam değerleri üreten ve yaşanabilirliğin kuşattığı bir ülkede olmasını istediğim değerlere işaret ettiği için beni ağlatan bazı deprem haberleri oldu: Enkazdan yaralı kurtarılan şok halindeki kedi, bir kediyi kurtarmak için enkaza giren köpek, annesinin sarılarak koruması sayesinde canlı çıkarılabilen 18 yaşındaki Down sendromlu Fatih, 65 saat sonra kurtarılan, son ana kadar itfaiyecinin baş parmağını tutan 3 yaşındaki Elif. Ve maalesef hayatını kaybeden TEOG birincisi Tuncelili Arda.

Sevgi beslenen ve her canlının yaşamına kıymet verilen güvenli bir hayatta; gençlerin iyi eğitim alabildiği ve ölmediği bir gelecek umudu ve hepsinden öte yaşama tutunmak zorunda kalmadan yaşayabilmeyi isteme halinden bahsediyorum. Savaş, yolsuzluk, israf, kayırma ekonomisi ve kutuplaştırmaya bağlı güvencesizlik, yoksulluğun tavan yaptığı, afet ve krizlerin ve ölümün kol gezdiği bir ülkede; hasetle, öfkeyle, hınçla, nefretle, kibirle değil. Van’dan İzmir’e; birlikte, eşit ve adil, özgür yaşamak istiyoruz. Ben de depremin kişisel hafızamdaki izleri kadar, öldürülebilirlik rejimleri altında acıtıldığım yerlerime ve yaşamın öldürülen ihtimallerine ağlıyorum.

 

[1]Ali Akay bugün, 2 Kasım 2020’de, T24’te yazmış örneğin “Hınç İnsanları” https://t24.com.tr/yazarlar/ali-akay/hinc-insanlari,28562

[2] Foucault’nun analizinde; devlet, canlı varlıklar arasındaki ilişkiyi düzenleyen, nüfusa dönük kararlar verendir. Biyopolitikanın nesnesi her şeyiyle “yaşam”dır, “beden”dir. Bu yeni görünümüyle siyaset ise biyopolitiktir. Foucault’un bıraktığı yerden el alan Mbembe, yaşamı kuşatan biyoiktidar’ın en nihayetinde çıkarı için katledilebilir bulduğu nüfusu katletmekten öte bir şey yaptığını göstermeye çalışır. Geç modern iktidarı, terörizm ve düşmanlık üzerine inşa edilen; plantasyonlardaki sömürgecilik, kölecilik, ırkçılık deneyimlerine yaslanıp Nazizm ve kamplardaki deneyimler, savaş makineleri ve teknikleri ile şekillenmiş bir iktidarlar karışımı bir nekroiktidar olarak değerlendirir. Filistin’in geç modern sömürgeci işgalini örnek olarak gösterir; buradaki işgal, disiplinci teknolojiler, biyopolitika ve nekropolitika’nın bir karışımıdır. İktidar, ölüm üzerinden yaşamı hizaya sokar. Herkes egemenin hedefi durumundadır, gündelik hayatta hareketler resmî izinlere tabidir, açık infazlar ve faili meçhul cinayetler her yandadır ve yaşam askerileştirilmiştir.

[3] Van (7.2 büyüklüğünde, 2011’de, 644 kişi hayatını kaybetti), 2018 Denizli (6.8 büyüklüğü, can kaybı yok), Ocak 2020 Elazığ (6.5 büyüklüğü, 41 kişi yaşamını yitirdi) ve 6.9 büyüklüğü ile Ekim 2020 İzmir Depremi, 2 Kasım 2020 itibariyle İzmir Depremi’nde can kaybı sayısı 88. Depremlerin hemen hepsinde devletin (AFAD’ın) açıkladığı ölçüm bilgileri tutarsız ve veriler yanıltıcı. 100 yıldır Türkiye’de gerçekleşen büyük depremler listesi için bkz. https://www.cnnturk.com/turkiye/son-yuz-yilda-turkiyede-meydana-gelen-buyuk-depremler-binlerce-kisi-oldu-sehirler-yerle-bir-oldu?page=12

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.