Dünya olarak “bilme” arzusunun doruk noktasında bir yerlerde olduğumuzu hatırlayalım. Uzun süredir, insanın karanlık tarafının cazibesine bir anlam katma peşindeyiz.

Haftalardır büyüyerek devam eden tartışmalar hakkında fikir sahibi olmak isteyen herkes, birer birer “Joker” filmini görmeye gidiyor. Venedik’te “En İyi Film” ödülünü almasına rağmen, filmin bir başyapıt olduğunu düşünen çok fazla insan yok gibi. Ancak şurası açıkça görülüyor ki, yüzyılın en meşhur kötü kahramanlarından birinin geçmişindeki sır perdesini aralamak hepimize çekici geliyor. Gel gör ki günün sonunda, daha filmi görmeden kendisini hissettirmiş bir sorunun gerçekliğiyle yüzleşiyor gibiyiz: Yıllardır bilinemeyen büyük karanlığı bunun için mi bildik? Burada yeni olan ne? Joker’in sırrına erdik de ne oldu, tam olarak?

Öncelikle, dünya olarak bu “bilme” arzusunun doruk noktasında bir yerlerde olduğumuzu hatırlayalım. Uzun süredir, insanın karanlık tarafının cazibesine bir anlam katma peşindeyiz. Popüler kültürün sağını solunu kazıyarak örnekleri istediğimiz kadar çoğaltabiliriz: Tüm sihir dünyasına korku salan Lord Voldemort’un öyküsünde, kötü bir tohum olarak doğmanın kaderinde yer aldığını, ömrü boyunca horlanmış zavallı bir kadın olan annesinin, beğendiği adama içirdiği aşk iksiriyle rahme düştüğü için, hiçbir zaman sevme duygusuna sahip olmadığını öğrendiğimiz trajik bölüm. Kocası Melih Bey’i aldatırken basılıp adamın ölümüne sebep olduğu gün, aslında sevgilisinden ayrılmakta olduğunu flashback’lerden öğrendiğimiz Firdevs Yöreoğlu. Yapılması hiç planlanmamış olan ikinci sezonunda, dönüp dönüp seyirciyle konuşma huyunun nereden çıktığını ve ne işe yaradığını eksiksiz olarak öğrendiğimiz ve nihayet “sorunun” çözüldüğü Fleabag. Benzer şekilde, katartik bir cinayetle sonlanmış tek sezonluk bir dizi olan Big Little Lies’ın üstüne bir sezon daha koyup bu cinayetin uzandığı her soruyu tek tek cevaplaması. Anlaşılan o ki, karanlıkta kalan kısımları tamamlarken, kendi karanlığımızı gözümüze çarpmayacak bir yerlere sokuşturmak ve bildiğimiz, tutarlı dünyayla yeniden barış yapmak gibi naif bir arzumuz var. Böylelikle, kriz halindeki kapitalizmin ezdiği gerçek bir Gotham kurbanı olarak resmedilen Arthur Fleck, “Joker” adını alıp garibanlar sınıfını terk ettiğinde hepimiz derin bir oh çekerken, bunun şiddet saçan bir caniye dönüşmesini mümkün kılan ve hiç de fantastik bir şey olmayan erillikle ilişkisini de görmezden gelebiliyoruz.

Evet, o konuya girelim hadi: “Joker ve Şiddet.” Aslında film ne söylendiği kadar ağır şiddet sahneleri içeriyor ne de tasvir edilen şiddet kapitalizmin ciddi bir eleştirisini sunuyor. Ücretsiz sağlık hizmetlerinin bütçesini kesen görünmez güçlere sövmek eleştiriden sayılıyorsa o başka. Joker’in herhangi bir eleştirisinin iyi ya da kötü yapıldığını söylemek çok zor çünkü genel olarak ortaya konulmuş sorunlar üzerine düşünmemizi salık veren bir filmle karşı karşıya değiliz. Daha ziyade, yönetmen bizim ne his eylememizi söylerse onu hissederek geçmişin olaylarına baktığımız bir deneyim yaşıyoruz. Yükselen yaylılar, açılmış omuzlarıyla bütün kareyi kaplayarak (biz) zavallılara rahat vermeyeceğini bildiren zengin kabadayılar, acımasızca kurbana yönelmiş nedensiz bir aşağılama, yıkık bir bedenden yavaşça uzaklaşan kamera; bütün bu sahnelere maruz kaldıktan sonra zavallı Arthur’u bu acılardan kurtaracak o yol her ne olursa olsun, kim itiraz edecek gücü kendinde bulabilir? Bu açıdan bakıldığında, filmin şiddeti meşrulaştırdığına yönelik eleştiriler son derece geçerli görünüyor.

Bu esnada dönüp film salonuna bir bakmayı öneriyorum. Ben Joker’i İzmir’in kalburüstü bir alışveriş merkezinde, rahat bir salonda izledim. Arthur’un Joker olma yolunda insanları ürküttüğü, parçaladığı, çekip vurduğu o anların birinde, korkmayayım diye kapattığım gözümü açıp etrafa bakındığımda bir sürü erkeğin, benim kalbimin dayanmadığı bu sahneleri kimisi kollarını başının arkasına almış, kimisi bacaklarını açmış, neşeyle gülüşerek izlediklerini ve bu dönüşümün tam anlamıyla “keyfini çıkardıklarını” fark ettim. Bir yandan ekranda ezilmekten bıkmış bir halkın ayaklanışına tanıklık ederken, etrafımdaki mutlu erkek topluluğuna baktım ve ister istemez düşündüm: “Günü geldiğinde bunlar ayaklanırsa vay halimize.”

Diğer yandan, insan merak ediyor doğrusu; tüm insanlık en ufak bir utanma duygusu göstermeden zıvanadan çıkarken, Arthur’u neredeyse naifçe ayak uydurmaya, göze batmamak için çabalamaya zorlayan ve patlama noktasına ulaştıkça onu Joker’e dönüştürecek olan öfkesini bastırmaya iten nedir? Kapana kısılmış, yoksul ve çaresiz haline rağmen, “iyilerden olmak” için neden kendini bu kadar zorluyor Arthur? Film bunun cevabını pek de zor bulunacak bir yere koymamış: Arthur görülmek, takdir edilmek ve sevilmek istiyor. Bunu kendisine verecek olan kişinin bir televizyon komedyeni, emekçi güzel bir komşu ya da şehirdeki tüm kaosun sorumlularını temsil eden kapitalist Thomas Wayne olması çok da fark etmiyor. Bunların konumunu birbirinden ayırt edemeyen, fantezi dünyasındaki bir baş karaktere sahip çıkma arzusuyla yanıp tutuştuğumuz ve elimizde olsa onun bütün çocuksu arzularını yerine getirmek isteyeceğimiz bir kapitalizm eleştirisi nasıl bir şey olabilir? Üstelik, temelde bütün insanların isteyeceği bir şeyin peşindeymiş gibi gözükse de, gerçekliği reddeden ve insanları onaylanma arzusunu tatmin edeceği birer kaynak olarak gören eğilimleriyle Arthur’un ortaklık kurabileceği grup, muhtemelen narsistlerden oluşuyor. Baş karakterin sıra dışı bir insan olarak yorumlanması ve bu yolla arka planda beliren çarpıklıkların giderek bulanıklaşması, her türlü karmaşık sorundan sıyrılmak konusunda ana akım sinemanın (ve alternatif dizilerin) altın anahtarı adeta. Örneğin, Fleabag’in babasının, yarattığı onca hayal kırıklığından sonra tutup tavan arasında “Sen sevmeyi hepimizden iyi biliyorsun,” demesi neyin nesiydi, allah aşkına? Fleabag’in sevmeyi o kadar da iyi biliyormuş gibi gözükmemesi bir yana, çocuklarıyla ilişki kurmamayı adet edinmiş bir adamın, kızını neredeyse üstün insan ilan ederek babalıktan tamamen istifa etmesi ve bu uğurda şair kesilmesi, sahiden yüreğimizi ısıttığı kadar umut veren bir şey mi? Diğer yandan, Joker’in öfkesiyle ezilen bir halkın öfkesi arasındaki bağ da kurulmadan ortada bırakılıyor ve izleyiciler olarak bizler, hiç kuşkusuz Joaquin Phoenix’in sergilediği muhteşem oyunculuğun da etkisiyle, komedi sahnesinde devleşen bir anti-kahramanın doğuşunu izliyoruz.

Son söz olarak YouTube’da takip ettiğim bir kanaldan söz edeceğim: Pop Culture Detective. Genel olarak popular kültür ve maskülenlik üzerine tartışmalar sunan, oldukça iyi bir çalışma. “How The Last Jedi Defies Expectations About Male Heroes” (Son Jedi, Erkek Kahramanlar Hakkındaki Beklentilere Nasıl Kafa Tutuyor?) başlıklı bölümü tavsiye ederim. Burada gövde gösterisi yaparak ortalığı yakıp kavuran kahramanların, anti-kahraman bile olmadıkları halde, arzularının herhangi bir yanlışa direnmekle ilgili değil, mutlak güç duygusunu tatmakla ilişkili olduğundan söz ediyor. Bunun tadını çıkarmaya engel olan, yıkımın matah bir şey olmadığını yüzümüze vuran kadın karakterlerin ise Star Wars serisinin birçok hayranı tarafından yerin dibine sokulduğundan bahsediyor. (Bu da Joker’in salonunda etrafa dehşet içinde bakan ben ve eşim olmuyoruz inşallah.) Bu açıdan bakıldığında, en içten duygularla dilerim ki Gotham’da çıkan halk ayaklanması para babalarının iktidarına son versin. Ama işlerin ne orada, ne de bizim dünyamızda böyle gelişmediğini hepimiz biliyoruz galiba.

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.