Niye hep Zeynepler yitiyor? Zeynepler yiterken adamlar ne yapıyor? Adeta hikayeye tiryaki olan köy ahalisi en çok neyi sevdi onda? Soba başındaki kadınlar ne hayal ediyordu, erkeklerin aklında ne vardı?  

Haddimi aşan bir şeye kalkışıp annemden dinlediğim bir hikayenin izini sürmeye çalışacağım. Bu kadar hadsizlik içinde hoş görürsünüz beni, diye umarak.

Annemin yazılarımı okuduğunu öğrendiğimdeki şaşkınlığımı söyleyerek başlayayım. “Naber hakikat avcısı?” diye sesleniverdi geçenlerde. Çatlak‘taki başka yazıları da okuduğunu öğrendiğimdeki şaşkınlığımıysa hiç tarif edemem.

Son seferinde dedemle bir hikâyesini paylaşma cüreti göstermiştim. Onu da okumuş. “Hiç affetmedi kendini bu konuda” dedi. Sonra nereden geldik oraya hiç bilemedim ama “Biliyor musun on yaşındaydım galiba, deden otobüsçülüğe başlamıştı. Yeni almıştı otobüsü. Şoförü de vardı. Kendi de arada muavinlik yapıyordu” diye anlatmaya başladı en sevdiği diziyi seyretmeye ara verip. Dedem memurmuş orman işletmesinde. Demokrat Parti’nin iktidara geldiği ilk yıllar sanırım. Dedem koyu CHP’li. Atılmış memurluktan (KHK’sız bir ihraç vakası gibi). Otobüsçülük hikayesi de öyle başlamış. Bir gün, kendi de otobüsteyken büyük bir kaza geçirmişler. En yakın dört arkadaşını kaybetmiş kazada. Dedeme bir şey olmamış. Fiziksel olarak. “O zamanlar psikolog falan kim bilecek, deden çok fena oldu. Büyükler köye gitsin iyi gelir dediler, dedeni köye gönderdiler” diye devam etti annem. Doğu Karadeniz’in bir orman köyü. Yıl 1955 ya da 1956. Hayal edin işte bir orman köyünde akşamları nasıl vakit geçer ki? Soba başında toplaşıyor ahali kadınlı erkekli. Sohbet muhabbet, kimi doğru kimi uydurma hikayeler… Dedem bir hikaye anlatmaya başlamış. Yedi Köyün Zeynebi, diye. Aslında bir filmmiş bu. Gerçek bir hikâye gibi anlatıyormuş dedem. Hem de nasıl anlatıyormuş. Canlandırarak, efektli. Annem öyle diyor. Film olduğunu saklamış köylülerinden. Ağzı açık dinliyormuş herkes. O kadar sevmişler, o kadar etkilenmişler ki her gece anlattırmaya başlamışlar. Civar köylerden dinlemeye gelenler olmuş. Dedemi evlerine davet edip aynı hikâyeyi defalarca anlattırmışlar.  

Hiç duymamıştım bu filmi ben. “Dedem nereden biliyordu bu filmi?” diye sordum tabii anneme. Sinemaya çok meraklıymış. Şehir merkezindeki sinemaya gidermiş. En yakın dostu şehir merkezindeki sinemanın sahibiymiş. Dedemin otobüsçülük hikayesi kısa sürünce ilk aklına gelen işin sinemacılık olmasını daha iyi anladım şimdi. Beldedeki ilk yazlık ve kışlık sinema onundu. Ölene kadar bu işi yaptı. Sinemacının torunu diye bilirlerdi bizi.

Maksadım dedemi anlatmak değildi, uzattım biraz. Yedi köyün Zeynebini merak ettim ben. Biraz araştırayım dedim. Küçük bir çabayla şunu buldum:


Yedi Köyün Zeynebi, 1956

Yönetmen ve Senaryo: Muharrem Gürses (“Golfo” adlı bir tiyatro oyunundan)
Görüntü Yönetmeni: Cezmi Ar
Müzik: Kadri Şençalar
Oyuncular: Deniz Tanyeli, Saltuk Kaplangı, Şevki Artun, Bülent Koral, Muharrem Gürses, Salih Tozan, Fatma Bilgen, Memduh Karakaş, Faik Çoşkun
Yapımevi (şirket): Kardeş Film (İrfan Sabuncu)
Konu: Cahil bir anneyle, aşk uğruna aklını yitiren güzel Zeynep’in öyküsü.

Birazcık daha kurcalayınca türküleri de olduğunu keşfettim. “Zeynep Türküsü Hikâyelerinde Mitik ve Yitik Zeynep” diye bir çalışması var Zeynep Candır’ın. O çalışmada bu filmden de söz ediyor. Şöyle demiş Zeynep Candır:

“… Zeynep Türküsü başta Sivas yöresi olmak üzere Tokat, Erzincan, Malatya, hatta Gaziantep yöreleri tarafından da benimsenmiştir fakat etki alanı bu yörelerle sınırlı kalmamış, yankıları yurdun dört bir yanına uzanmıştır. Türkünün tüm Anadolu tarafından sahiplenilmesinin bir sebebi; anlattığı kavuşamama öyküsünün, Anadolu’ya has ortak kimi yaralara değinmesi olarak görülebilir. Evlilik çağına gelen kızın karar sürecine dahil olamayışı, birbirine uzak köyler arasında kız alıp verme, başlık parası gibi engeller bu yaralardan sayılabilir… Türlü sebeplerle gurbete giden, pek çok nedenle ayrılığı, acıyı, ölümü tadan ve hep yiten genç ve güzel kızları konu alan filmlerde bu kızların adları Zeynep koyulmuştur. Yılmaz Güney ve Hülya Koçyiğit’in birlikte oynadıkları 1970 yapımı Zeyno; Eşref Kolçak ve Evrim Fer’in oynadığı, 1956 yapımı Yedi Köyün Zeynebi; Kadir Savun ve Nazan Şoray’ın oynadığı, 1968 yapımı aynı adlı film; Kadir İnanır ve Türkân Şoray’ın oynadığı, 1976 yapımı Deprem adlı film…”

Filmin tanıtımındaki konu kısmına yazılan cümleye de takıldığımı tahmin edersiniz tabii. “Cahil bir anneyle, aşk uğruna aklını yitiren güzel Zeynep’in öyküsü”. Başka bir yerde aşık olduğu adamla şehre giden ve “kötü yola düşen” Zeynep’in hikayesi diye bir cümle de gördüm.

Varın siz düşünün, neler zıplıyor neler benim zihnimde. Niye hep Zeynepler yitiyor? Zeynepler yiterken adamlar ne yapıyor? Adeta hikayeye tiryaki olan köy ahalisi en çok neyi sevdi onda? Soba başındaki kadınlar ne hayal ediyordu, erkeklerin aklında ne vardı? Dedem anlata anlata kendini sağalttığı bu hikayenin öznesi (erkekler için nesnesi) Zeynep’le nasıl bir bağ kurmuştu?  

Tamam, şimdilik erkekler bu dünyanın hakimi, kadınlar da “ya mitik ya yitik”. Ya kavuşulamayan bir kara sevdanın öznesi ya bataklığa itilen kirletilmiş bir nesne. Kimse Zeyneplere sormuyor. Belki ikisi de olmak istemiyor. Ne o hali istiyor ne bu hali belki. Yedi köyün Zeyneplerini erkekler anlatıyor. Dedem anlata anlata kendini iyi ediyor. Zeynepler yitik, aklını kaçırmış. Bu yitikliğin de bir faydası olabilir belki. Erkeklerin bilmediği bu yitiklik dünyasında, bambaşka şeyler hayal edebiliriz. Aklını yitirmişin hayal dünyasıyla akıllı biri nasıl yarışabilir ki?

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.