Yazar Figen Şakacı, Bitirgen’in yazıyla, yazmakla ve dille ilişkisi üzerinden, kapatıldığımız/kapandığımız şu günlerde yazıyla, dille kendimize ara alan yaratabileceğimizi ve yol, patika açabileceğimizi, bulabileceğimizi gösteriyor.

Sophia de Mello Breyner / Fotoğraf: Eduardo Gageiro

Bitirgen’in söyledikleri

COVID-19 sebepli karantinanın ellinci gününü de geçtik. Kimilerimiz, bir sığınak ya da kovuk kılabildiğimiz evlerimize çekildik. Evde kalabilse de şiddetin bin türlüsünü yaşayan kadınlar, çocuklar, lgbti’ler; sokakta, hayvanat bahçelerinde, laboratuvarlardaki canlılar; yaşlılar, engelliler, evsizler, göçmenler; evde kalamayan sağlık çalışanları, ücretli izin verilmeyenler, durdurulamayan iş kollarında güvencesiz, korunaksız çalıştırılanlar, yevmiyeli çalışıp da eve ekmek götüremeyenler; bakım evleri, hapishaneler salgın öncesi olmadığı kadar aklımızda, dilimizde. Bugünlerin mahcup tanıklarıyız. Ağır duygusal yükümüz, şimdilerde söylemekle sınırlı kalsak da eylemeyi zorunlu kılıyor bizler için. Sorumluluğumuz hiç de az değil.

Başkaldıran Çoğunluk İttifakı, tele-seminerler dizisinin sonuncusunu 2 Nisan’da Angela Davis ve Naomi Klein’ın katılımıyla “Korona Günlerinde Hareket İnşa Etmek” başlığı altında düzenlemiş. Davis ve Klein, bugünden yarını, kendimizden başlayıp birbirimizi nasıl örgütleyeceğimizi, daha önemlisi, enternasyonal bir örgütlenmeyi nasıl mümkün kılacağımızı; yeryüzüne, tüm canlılara ve ezilenlere açılan bir direnişi, dayanışmayı nasıl öreceğimizi; üzerimize kapanmış kapıları nasıl tekmeleyeceğimizi tartışıyorlar. İlham, güç, şifa verdiği kadar zihin açan bir tartışma. Hele hele feminist bir oluşun, dilin, bakışın bugünlerde daha da elzem olduğunun altını kalın kalın çizdikleri her cümle kulağa küpe.

Eser Köker’in yakınlarda yayınlanan “Evde Kalıp Yazı Yazmak” isimli yazısı da başka bir açıdan benzer bir etkiyi yaratıyor. Şu günlerde kahır kuyusuna düşüp de boğulmamanın yollarından biri olarak yazıyı düşünmeye, yazmaya başlamaya teşvik ediyor. Yazmanın salt bir şifalanma, yalnızlığı giderme aracı olmadığını; böylesi zamanların feminist bir bakışla kayıt altına alınmasının aracı olduğunu da hatırlatıyor. Günlükler, rüyalar, oraya buraya karalanan tarifler, kıyıya köşeye, okunan kitapların kıyısına alınan notlar; hatta altı çizilen kelimeler, cümleler, yazılan sorular, okunacaklar-izlenecekler listeleri, alışveriş listeleri, günlük planlar, unutma ve mutlaka kağıtları, aranacaklar listeleri… Bunların her biri, evlere kapanmak zorunda kalınan şu günleri, kadınların nasıl yaşadığının kişisel belgeleri. COVID-19’un feminist belleğinin bir nevi yapı taşları.

Salgın ve yüze çarptığı gerçekler, bugünü yaşayıp derleyip toparlama çabaları, sonraya dair tahayyüllerle beraber kolektif bir hafızayı da kuracak parçalar. “Suskunluğu, dilsizliği ve mırıldanmaları kadınların gündelik hayatlarına yerleştiren münzevilik hali içinde demir uzlaşmazlık çekirdeğini eritmeye çabalayan kadınlar, yoksulluğun ve erilliğin baskısına karşı ara yollar ve patikalar yarattılar.” İşte evde kalabilen bazılarımızın bu günlerdeki ara yolu, patikalarından biri de yazmak. İçeriği, dili, biçimi, türü ne olursa olsun. Evet, “Bilgisayarın başındaki Emily Dickinson’lar artık yazının koruyucu kanatları altında yapayalnız değiller”, “kalabalık ağların tam da ortasında kendilerine ait odalarında”lar.

Varım ben: Günlük.

Figen Şakacı’nın Hayriye üçlemesinin ilk romanı Bitirgen’de Hayriye (Bitirgen babasının kendisine taktığı isimdir), pek çok kadının çocukluğundan itibaren iyi bildiği başka bir “kapatılma”yı yaşar. Bununla baş etme araçlarından biri de yazmaktır.

Eve, aileye, okula, inanca, kadınlığa, dile kapatılmak istenen bir kız çocuğudur Bitirgen. Terbiye edilmeye, evcilleşirilmeye; rasyonalleştirilmeye, zayıflatılmaya, güçsüzleştirilmeye çalışılır. Bir açıdan, insanlaştırılmaya! Doğayla ve hayvanla arasına mesafe koyması öğretilir. O ise aklın, gerçekliğin, dilin ve bunlarla inşa edilen cinsiyetin, kimliğin, kültürün dışında kendisine ait, kendisinin kurduğu, yarattığı bir yaşamın içinde olmak için çabalar. Bu, bir kendi oluş, özneleşme ve özgürleşme çabasıdır.

Kapatılmayı kabullenmez. Biat etmez. Bununla beraber bir kahır, yazgı olarak da yaşamaz. Kapatılmaya çalışıldığı her ne ise onu çeşitli araçlarla tekmeler. Engellerle karşılaşır. Ama vazgeçmez. Doğayla, canlılarla, insanla ve şeylerle başka bir yerden iletişim kurmaya çalışır. Tecrit edildiği, hapsedildiği soyut ve somut alanlarda bahçeler, dut ağacı, çimenler, kayalıklar, deniz, gökyüzü, rüyaları, ütopyaları yârenlik eder ona.

Yazar, akıl ile duyguyu karşı karşıya getirmez. Bu ikisini kavgaya tutuşturmaz. Bilinçdışı ile bilinç, irade ile arzu çatışmaz. İkisi arasında gidip gelir Bitirgen. Bu besleyen, güçlendiren bir hareketliliktir. Rüya, ütopya; defter, mektup, anket defteri, liste: Bilinçdışı, söylem öncesi ile bilinç, söylem arasında sınırlar yoktur. Dil, bunların taşıyıcısıdır. Çoklu oluşa açılan bu dünyayı taşır, aktarır, kaydeder. Onun kaçış çizgilerinin hem eşlikçisi hem belleği olur yazmak.

Arzulayan bir özne olarak Bitirgen gülmek, kahkaha atmak, soru sormak, dışarıda dolaşmak, erkeklerin oyunlarına dahil olmak, denizden çıkıp eve geldiğinde ıslak memeleriyle misafirlerin arasına girmek, temas olmadan da sevmek, temasın rızaya bağlı olması, ağaçlara çıkmak, göğü izlemek, gece kumsala gitmek… ister. Özgürleşmek. İhlal, isyan, itiraz eden bir özneliği zorlar. Çeşitli araçlarla engellenir. Ancak içine kapanmaz. Yazı onun alternatif kapanma alanıdır. Rüyaları, ütopyasındaki ülke, doğa gibi.

Defterine “Bitirgen” ismini verir. “Bitirgenim, nasıl annem babam varsa sen de varsın! (…) Çünkü sen benim sırdaşımsın, benden başka kimsen yok senin, benim de senden. Sana verdiğim sözleri tutacağıma da söz veriyorum.” (s.13) der. Defteri kendisinin bir parçası kılar. Ailesiyle çatışmalı ilişkisi gibi değildir defteriyle ilişkisi. Kendi evini kurmayı, parasını kazanmayı, yemeğini pişirmeyi, kitabını almayı ister. Defter, kendisine ait ve kendisinin var kıldığı ilk nesnedir onun için. Dışarıda gördüklerini kaydettikçe dış dünyanın, kendisine sunulan kendiliğin, dışına çıkar, bunlardan uzaklaşır. Arzuları, hayalleri, merakları, soruları, rüyaları; insanların kötülüğü, ikiyüzlülüğü, sevgisizliğini anlattığı defteri onun değişim, dönüşüm sürecinin belgesidir de.

Susanne Ussing

Allah’la, tarihle, kadın olmakla, evlilikle ilgili soruları; herkesten farklı olduklarını düşündüğü, gördüğü solcu, devrimci abi ve ablalarla ilişkisi (Müjde, Bülent), onlara sevgisi; mekânlar arasında hareketliliği, durmaması; bilinçdışı, yazı, dille ilişkisi onu normatif, sabit olmayan; etkileşim halinde, yan yollar, patikalar, kaçış çizgileri bulmaya, yaratmaya çalışan bir oluşun öznesi kılar. Bu süreçte ağaçlar, kayalıklar, kumsal, park, banyo, boş sınıf, kimsesiz ev, Bilinmeyenler Ülkesi’nde dinlenir, susar, ötekine açılır. İşte tüm bu anların, şeylerin, mekânların ve oluşun vücut bulup kalıcılaşmasını sağlayan yazdıkları, yazma eyleminin kendisidir.

Elbette zorluklarla karşılaşır. Günlüğünü yanından taşıyamamaktan, kendisine ait odasının olmamasından şikâyet eder. Dahası, babası ve abisi de yazmasına engel olur. “Sinir oluyorum, ne zaman sana yazmaya başlasam, babam bağırıyor içeriden lambayı kapat, boşa elektirik harcama diye. Zaten o demezse, abim zırlar başımda, kapat şunu yarın erken kalkacağım, gözüme giriyor diye. İyi de ben böyle nasıl yazar olacağım, bak yine bağırıyorlar!” (s.20). Bu zaman zaman tekrarlanır: “En iyisi önce yazar olayım, sonra nasıl olsa ölürüm…” (s.29) der. Bazen banyoya kapatır kendisini. Ablası görücü usulüyle evlendirileceği zaman odanın kendisine kalacak olmasına sevinir: “Benim de kendime ait bir odam olacak sonunda, kimse kapıyı çalmadan giremeyecek,” der (s.70). “Abim adisi takmaz dan diye girerse ben de kilit yaptırırım. Akşam oldu mu kendimi odama kilitleyip sana korkusuzca yazarım (…) Hatta belki bakkal üstünden artan paralarla kitap alır, kendime bir de kütüphane yaparım. Ayy çok heyecanlandım, ablam bir an önce gitse bari.” (s.71). Tüm bu engellere rağmen vazgeçmez. Yazmak, okumak, kurmak hegemonik, eril dışlayıcı iktidara karşı durma; maruz kaldığı her tür baskıyla baş etme, yaşamak için direnme aracıdır.

Yazmayı unuttuğu zamanlar, yazacak bir şey bulamadığını söyler. Yazmak, sıkıntısıyla beraber gelir. Tetikleyen ise herkestir. Her şeye, herkese küser. Defterine elbette küsmez, ama bazen yazamaz ve ona bunu açıkça anlatır.

Acı, yas: Mektup.

Okuldaki Türkçe öğretmeni –ki Fırat Bey gittikten sonra gelen, hiç de sevmediği, “salak kadın”dır- “uzaktaki sevdiğinize bir mektup yazın, tatilinizin nasıl geçtiğini anlatın deyip çekip gider.” (s.43). “Uzakta başka bir sevdiğim yok ki.” der, Müjde ablasına mektup yazar.  Bilinmeyen bir şekilde ölmüştür o. Kaybetmenin acısını yaşamasının, yasını tutmasının bir aracıdır şimdi yazmak. Bu mektubu gönderemeyeceğini, okunmayacağını bilir.

Romanın sonunda, hastalandığı için uzun süre eve gelemeyen, babasına mektup yazar. “Bugüne kadar babamın bir şey yazıp okuduğunu görmedim ama benden gelen bir mektubu da okumayacak değil herhalde…” (s.89) der. Günlüğüne şöyle not düşer: “Sonunda babam geldi Bitirgenim, ama yeşil bir arabanın içinde…” Bu mektubun da ulaşıp ulaşmadığını, okunup okunmadığını bilmez, ki başlarken de biliyordur bunu. Ama bunlar onu yazmaktan alıkoymaz.

Bu her iki mektup, yazılan kişiye karşı duyguları, onların kendisi için anlamını, onlara özlemini, beraber bir anlarını, kendisini nasıl hissettiğini, neler yaşadığını, düşündüğünü, sorularını, meraklarını içerir. Onlarla beraber o anı yaşar gibi yazar Bitirgen. Onları mektuba, yazının alanına, kendi özel ve öznel alanına çağırır. Buna kendisi karar verir. Kendisini onlara açar, onları kendisine katar. Kendisine, onlara ve onlarla beraberliğine bakar. Anlama, görme, duyma çabası olarak da okunabilecek bu mektuplar üzüntüleri, özlemleri, sözleri, hayallerini de taşır.

Romanda yazar olma isteği birkaç kez tekrarlanır; ancak o, görülmeyeceğini, okunmayacağını, duyulmayacağını bilse de yazmaya devam eder bu mektupları. Fiziksel ve duygusal kaybın açtığı yarayı iyileştirme çabasıdır onun için. Her yazılan, illâ okunması için yazılmaz der sanki.

Hayal, ütopya: Dil.

Türkçe öğretmeni, “özet çıkarın, ana fikir yazın diye tutturur.” Bitirgen, “Falih Rıfkı Atay’dan ne özeti çıkaracağım Allah aşkına” (s.76) der. “Niye şiir okumuyoruz hocam dedim, daha o bölüme gelmedik dedi, biz çoktan geçtik sizin haberiniz yok deyince de, katır tırnaklarıyla yağlı saçlarını geriye atıp müfredata aynen uymak zorundayız dedi. Ben de inadına ders kitabını yere atıp durdum, o da sinirlenip sınıftan kovdu beni…” (s.76). Yazıya, yazmaya direnmez burada. Dayatmayı, anlamsızlığını reddeder. Yazıyla kurduğu ilişki son derece öznel, özerk, özgürdür. Bunun okul, öğretmen ve onların iktidarlarca belirlenen müfredatları, biçimleriyle engellemesine itiraz eder.

Hem onun kendi dili vardır: Dümütyence. Bunun konuşulduğu ülkeyi rüyasında görmüştür. Burası, “sihirli” bir yerdir. Suç, ceza, annelik, babalık, kardeşlik, krallık, kraliçelik yok; kimin girip kimin çıkacağına kendisi karar verecek, kral yapsa da birilerini yapılan bilmeyecek kendisi bilecek ki krallık “taslamasın”. “Herkes bilinmeyen bir ülkede bilinmeyen kimseler olarak yaşıyor, adları, soyadları falan yok, kimse kimseye soru sormadığı için kimse hakkında bir şey öğrenemiyor.” (s.47). Daha da önemlisi, “Tabii ki burada herkes benim dilimden yani dümütyence konuşuyor!” (s.48). Bir yemin var: “Adım da yok soyadım da / hadi sen de katıl bu oyuna / bu ülke başka ülke / kalın burada ömür boyunca.” (s.48). Bu rüya bize hem onu kuşatanları gösterir hem de ütopyasını. Saydığı yokların dilde de bir karşılığı olmayacaktır elbette. Tahakküm araçlarının olmadığı bir ülke burası. Herkesin konuşmasını istediği kendi dili de bilinmeyen, tanımlanmayan, adlandırmayan, tarif etmeyen bir dil. Bu talep, bir otorite figürü olma arzusunu değil, bilakis otorite figürlerinden azade olma arzusunu taşır. Çocuk dilinde, bilince ermemiş, rüyadan kopmamış, grameri kuşanmamış dilde kalma arzusunu. Ve günlüğüne verdiği isimden, oraya döktüklerine kadar Bitirgen, bu arzusunu rüya dışında, bilinç düzleminde, gündelik gerçeklikte de yaşamaya çalışır. İkisi iç içe geçer, birbirinden güç alır.

Hayal, rüya, ütopyası ve dili salt bir romantik kaçış, kurtuluş değil; alternatif bir alan ve zemin. Kendisinin yarattığı, icat ettiği. Burada dil ve ütopya aracılığıyla aşina olduğundan, kök salması beklenen zemin/oluş/kişi/kimlik/ülke/dil’den uzaklaşır. Bu mesafe, gündelik yaşamında insanlarla arasındakinden farklı değildir. Bilinçdışı düzlemdeki mesafe ile bilinç düzlemindeki, birbirini dışlamaz; aksine güçlendirir, birbirine ilham verir. Fırat Bey’in tacizi sonrası onunla, okuldaki arkadaşlarıyla, daha çok anne, abla, abi, komşu kadınlarla, Allah’la uzaklaşmayı bir yoksunluk, yoksulluk, azalma değil; kendine, içine dönüş olarak yaşar.

İşte ütopyası, dili, günlüğü, mektupları yani yazmak onun tüm bu sancılı sürecin mağduru, kurbanı olmak yerine hareketli, yaratan, üreten özne olmasını sağlar.

Anlamak, anlaşılmak: Anket defteri.

Anket defteri hazırlar Bitirgen. Arkadaşına verir; “Kızım matematikçi bile bu kadar sormuyor…” deyince hooop ülkesine kaçar: “Hütüyen, sevsibilyen, donukmuyen. (Herkesi en sevdiğim haliyle dondurabildiğim canım ülkem demek.)” (s.54). Burada öğrenmeyi arzuladığı şey, sadece karşı tarafa dair değil. Onların cevaplarında kendisini, onlara nasıl göründüğünü de görmeyi ister. Bununla beraber, sorduğu sorulardan kendisinin nasıl biri olduğunun öğrenilmesini de. Beni görün arzusundan daha çok görülme, tanınma, öğrenilme arzusu bu; daha temelde de anlaşılma. Bundan zaman zaman da olsa muzdarip çünkü. Ama bu, temel meselesi, derdi değil. Anlaşılmadığı, konuşamadığı için günlük tutar, mektup yazarken şimdi de hem anlamak hem anlaşılmak için anket defteri hazırlar. Yine istediği, hayal ve arzu ettiği gibi olmaz.

Hatırlamak: Listeler.

O da tutar, e artık hakkıdır, bir de liste çıkarır: “Asla affetmeyeceklerim listesi”. Bunları defterine de yazar. Ondan unutmamasını ister: “Bazen kızdığım insanları unutuyorum, oysa insan hiçbir zaman hiçbir şeyi unutmamalı… Sen de unutma e mi Bitirgenim” (s.87) der. Roman biteyazmışken yazmak için dertleşmek, anlatmak, yalnızlığı gidermek, baş etmek, direnmek derken burada, toplama yayılan anlamı çok da sıradan bir yazma biçimiyle gösterir yazar: Hatırlatmak.

Kapıları yazıyla tekmelemek

Yazar Figen Şakacı, Bitirgen’in yazıyla, yazmakla ve dille ilişkisi üzerinden, kapatıldığımız/kapandığımız şu günlerde yazıyla, dille kendimize ara alan yaratabileceğimizi ve yol, patika açabileceğimizi, bulabileceğimizi gösteriyor. Tersi de mümkün olmakla birlikte yazının sağaltıcı, koruyucu, şifalandıran kanatları altına sığınabileceğimizi; günün ve kendimizin kaydını tutup buradan birbirimize seslenerek hiç de yalnız ve çıkışsız olmadığımızı fısıldayabileceğimizi söylüyor.

Bugün belki salt bir baş etme, direnme, yalnız kalmama, anlatma, söyleme ihtiyacımızı giderme olarak gördüğümüz her tür yazı, yarın için kişiselden kamusala, kolektife açılırken ve dayanışmayı, direnişi bugünden yarına örerken elimizdeki en güçlü belgelerden olacak. Evet, yazının kanatları altında, odacıklarında, kovuklarında bugün hiç de yalnız olmadığımız gibi yarın tam da buradan güç ve ilham alarak yol alacağız.

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.