Ayşen Işık tekstil mühendisi. Sel Yayınları’ndan çıkan ilk öykü kitabı Kör Dövüşü 2018’in en iyi kitapları arasına girdi. Daha önce yayımlanmış Güneş Her Yüreğe Değer isimli bir de romanı var. Bursa’da buluştuk ve edebiyatla ilişkileri bakımından farklı kadınlık hallerini, şiddeti ve mücadeleyi konuştuk*.

N: Tekstil mühendisisiniz. Yazmaya nasıl başladınız?

A: Liseyi bitirene kadar olan dönem, elinden kitap düşmeyen, okuduğu kitaplardan etkilenip basit hikâyeler yazan, okuması için öğretmeninin peşinde koşan bir öğrenciydim. Üniversiteye başladıktan sonra, kitap okumayı aynı iştahla sürdürsem de yazmayı bir fikir olarak bile tutmamışım hayatımda.

Gelelim yıllar sonra, yazmaya neden başladım, nasıl başladım sorusuna. Aslında bu kolay kolay anlatamadığım bir mesele. Aradan on yıl geçtiği halde, hâlâ boğazım düğümleniyor. 2008 yılında ekonomik kriz nedeniyle, acayip sıkıntılı, berbat bir dönem geçiriyordum. On beş yıldır, büyük zorluklar çekerek, borç harç belli bir yere getirdiğimiz işyerimizi kapatmak zorunda kalmıştık. Ne yapacağımı bilmediğim, hayatın nasıl ilerleyeceğini bilmediğim, gardımın düştüğü, psikolojik olarak iyi hissetmediğim bir süreçti. Yazmaya işte böyle bir zamanda başladım ama nasıl oldu, beni bilgisayar başına götüren neydi, inanın hatırlamıyorum, belki de ağlamaktan ve kendime acımaktan yorgun düşmüştüm artık. Ne yazacağımı bilmeden, nasıl yazılır bilmeden, tamamen bilinçsiz bir dürtüyle, roman yazmaya kalkmıştım üstelik. Sanırım söylemeye gerek bile yok, o ruh halinde, derdim edebiyat filan değildi, romanı bitirebilir miyim, yayımlanır mı düşünmemiştim bile. Benimki bir iyileşme çabasıydı, ayağa kalkma, hayatı yeniden hayat yapma çabasıydı. Kendimi ve zamanı unutmaya ihtiyacım vardı. Başladıktan sonra bırakamadım tabii, yazma sürecindeki o tek başınalık, o sessizlik tam aradığım şeymiş, inanılmaz iyi geldi bana. Neticede, sonraki bir yıl boyunca her gün, saatlerce yazarak, iki kadın karakter üzerinden uydurduğum romanı tamamladım. O roman 2009 yılı sonunda basıldı, bir buçuk yıl gibi bir sürede baskısı tükendi. Fakat tekrar baskısının yapılmasını istemedim. Oturup üzerinden geçmem, düzeltmeler yapmam gerekecekti, bunu göze alamadım açıkçası. Psikolojim yeniden bozulacak gibi geldi. Şimdi düşününce, yazmaktan başka hiçbir şey o dönemi atlatmama yardımcı olamazmış diyorum. Edebiyatla gerçek anlamdaki ilişkim ise asıl bundan sonraki dönemde başladı.

C: Peki, neden romana devam etmediniz ve öykü yazmaya başladınız?

A: Yazdığım süreçte kurmaca bir metin yazmanın ne denli güç bir şey olduğunu, aklımdan geçen bir şeyi ifade etme konusunda ne kadar eksik ve yetersiz olduğumun farkına varmıştım elbette. Okuduğum kitapları, okuma biçimimi sorgulamaya, edebiyat üzerine ciddi ciddi kafa yormaya başlamıştım. Yazmaya devam edeceksem kendimi geliştirmeli, öğrenmem gerekenleri öğrenmeliydim. Kurmaca metinlere yeni bir bakış açısıyla yaklaşmaya, nelerin nasıl yapıldığını irdelemeye, hikâyesinden olay örgüsüne, diline, anlatım tekniklerine, kişilerine dek anlamaya, anlamlandırmaya çalıştığım, kendimi sadece okumaya verdiğim bir dönem başladı. Tabii burada mühendisliğin ve iş hayatında edindiğim düşünme alışkanlıklarının çok yararını gördüm. Yine aşağı yukarı aynı zamanlarda, Bursa Nilüfer Belediyesi’nin düzenlediği etkinliklerden haberdar oldum. Farklı konu başlıklarıyla açılan edebiyat atölyeleri, buradaki dersler ve konuşulanlar, hem kendi başıma uzun sürede kat edeceğim yolu kısalttı hem de öğrencilik faslını zevkli hale getirdi. Kütüphanemdeki kitaplar çeşitlendi. Ağırlıklı olarak roman okuyan biriyken, öykü, deneme ve kuram kitapları girdi hayatıma. Açıkçası öykü yazma isteği de, yine bu sıralarda filizlendi. Tek bir seferde, elliye yakın öykü kitabı aldığımı hatırlıyorum. Memduh Şevket Esendal’dan Sait Faik’e, Sabahattin Ali’den, Orhan Kemal’e, Sevim Burak, Nezihe Meriç, Tomris Uyar, Leyla Erbil, Sevgi Soysal, Nursel Duruel, Vüs’at O. Bener, Yusuf Atılgan, Sabahattin Kudret Aksal, Tarık Dursun K., Hulki Aktunç, Bilge Karasu, Ferit Edgü, Onat Kutlar, günümüz öykücülerinden Ayfer Tunç, Aslı Erdoğan, Şule Gürbüz, Ahmet Büke, Barış Bıçakçı, Behçet Çelik’e kadar aklınıza gelen ne kadar yazar varsa, hepsinin kitaplarını ardarda okudum diyebilirim. Üstelik bazı öyküleri, bazı kitapları defa defa. Ancak aylar sonra öykü denemelerine başladım. Hemen bu noktada, çok sevdiğim bir yazarın sözlerini araya sokmak istiyorum. Flannery O’ Connor, kendisiyle yapılan bir söyleşide, “Herkes öykünün ne olduğunu bildiğini düşünüyor, ama yeni başlayan birinden öykü yazmasını isterseniz, elinize geçecek şey, öyküden başka her şey olabilir,” demiş, “bir hatıra, bir olay, bir fikir, bir anekdot, yani bir öyküden başka her şey.” Bizzat tecrübe ettiğim için, dediğine kelimesi kelimesine katılıyorum. İşte böyle, öykü olmayan, öyküye benzemeyen dünya kadar şey yazdıktan sonra, yazdıklarımı dergilere gönderme cesareti buldum, kabul edilmediğinde daha iyi yazmaya çalıştım, yayımlanmaya başladıktan sonra motivasyonum arttı. Sonuç olarak, 2013’ten bu yana öykü yazıyorum, beni ne kadar zorlasa da bırakmaya niyetim yok.

N: Kör Dövüşü, kitaba nasıl başlık oldu?

A: Dosyayı, “Hiç Olmadığımız Kadar” başlığıyla göndermiştim yayınevine. Bu adın, tüm öyküleri kapsadığını düşünüyordum. Öykülerin her birinde insana ait bir mesele, varoluşsal bir durum ya da bir duygu vardı neticede, bazen hiç olmadığı kadar üzgün, çaresiz hisseden, bazen yalnız, yakın veya yanılmış veya hiç olmadığı kadar kararlı olan karakterler vardı öykülerde. Fakat sonradan, dosyanın kabul edildiğini öğrendiğim aşamadan sonra, bu ad, bir şekilde içime sinmemeye başladı. Öykü adı olarak güzel, fakat kitap adı için uygun değil diyordum. Endişemi, kitabı yayına hazırlama aşamasında, birlikte çalıştığımız editörüm Öykü Özçinik’le de paylaşmıştım. Nihayetinde, onun önerisiyle kitaptaki öykülerden birinin adı olan Kör Dövüşü’nde karar kıldık.

C: İçinde dövüş kelimesi geçiyor, kör dövüşünün kelime anlamının dışında da, kitaptaki belirgin, çıplak şiddeti iyi yansıtıyor sanki bu başlık. Görsel bir yerden de diyorum. Diğer başlık belki daha yumuşatırdı bu yanını. 

A: Bu yönden hiç düşünmemiştim açıkçası. Ben kendi adıma, kitabın adının, dikkati öykülerin temel aldığı meselelere çekebilecek, çağrışımlı bir yanı olmasını istemiştim. Kör Dövüşü de anlamı itibariyle düşünceme uygun, doğru bir seçim oldu.

N: Kitabın adını taşıyan bu öyküde bir cümle var: “Bir şeye başlamak, bir şeyi bitirmek insana güç.” Bütün kitabın özeti olabilecek bir cümle sanki. Duygusu düşüncesi açısından…

A: İyi yakalamışsınız.

N: Şiddet döngüsünü de çok iyi ifade eden bir cümle, bu öyküyü biraz konuşsak?

A: Kör Dövüşü, 2015 yılında Ki-taplık dergisinde yayımlandı. Yayımlanmadan önce de bayağı kafa yorduğum eski öykülerden. Bana bir öyküyü yazdıran genelde tek bir sözcük ya da bir cümle oluyor. Bu öyküde de, hem az önce bahsettiğimiz cümle hem de öyküye adını veren “kör dövüşü” sözcüğü etkili olmuştu. Birkaç sayfalık kısa bir öykü olmasına rağmen, yükü epey ağır bir öyküdür. İnsanların dilediğince yaşayamamaları, birbirlerinin hayatlarını mahvetmeleri, yeni bir hayata, mutluluğa, huzura fırsat bulamamak, yeniden başlamanın güçlüğü, sen göze alsan bile başkaları tarafından engellenmen, aile fertlerinin düşmanlığı, şiddet gibi bir sürü mesele var içinde.

N: Sözcükten yola çıkıyorsunuz, peki sonra?

A: İlk anda, aklıma takılmış bir sözcük ya da bir cümle tetiklese de, ne yazacağıma dair başka hiçbir şey olmayabiliyor kafamda. Baştan sona tasarlayıp yazdığım tek bir öykü yok. Belki de bu iyi bir şeydir bilmiyorum. Sonuçta zihnim bu şekilde çalışıyor. İlk cümleleri yazana dek, etraf bayağı bir karanlık anlayacağınız. Karakterleri görmeye başlayıp onların olduğu dünyaya girdiğim andan sonrası ise anlatılmaz bir deneyim.

C: Öykülerinizde şiddetin, hele de erkek şiddetinin bu kadar yer kaplaması hakkında ne düşünüyorsunuz? 

A: Yazma aşamasında, bir soru ya da bir sorunun etrafında düşünürken, kafaya taktığın her şeyin yüzeye çıkması çok normal. Sonuçta yazarken, başka zamanlarda olmadığı kadar yoğun ve derinlemesine düşünüyorsun. Şiddet, öykülerde bu kadar yer kaplamışsa en dertlendiğim konulardan biri olduğu içindir, günümüzün en büyük problemlerinden biri olduğu içindir, içimden taşan öfke yüzündendir. Televizyonda, sosyal medyada, her an bir haber, insanın kanını donduran görüntüler. Kadına, çocuğa, kediye, köpeğe fark etmiyor, hayatın her alanında, şiddetin her türlüsüyle kuşatılmış durumdayız. Bu ülkede, şu yaşadığımız dönemde, kadınların maruz kaldığı şiddet, kadınlara yaşatılanlar başlı başına bir mesele zaten, hepimizi isyan ettiriyor. Ne baba evinde rahat var kadına, ne evlenip yuva yapmaya çalıştığı evde, ne sokakta. Sürekli ve sonu gelmez bir baskı ortamında, daima tehdit altındalar. Sokak ortasında dövülen, bıçaklanan, çocuklarının önünde öldürülen, tecavüze uğrayan, zorla evlendirilen, eve kapatılan, sesini, çığlığını duyuramayan binlerce kadın var bu ülkede. Bu şartlarda, kadını anlatmaktan, ne yaşadıklarını anlatmaktan doğal bir şey yok bana göre. Özellikle oturup kadın öyküsü yazayım, şiddet öyküsü yazayım demiyorsun tabii, kendiliğinden olan bir şey bu, yaratma sürecinin bir parçası. Geçenlerde okudum, Nurdan Gürbilek, Sessizin Payı adlı kitabında, yazarlar, konuşamayanlar için de konuştuklarına inanmak isterler, diyor. Belki de bu yüzden, ne zaman bir öykü yazmaya kalksam, kadına dair, yaşadıklarına dair bir hikâye çıkıyordur içimden.

C: İletişimsizlik, ilişkisizlik, yaşanmamışlık, bastırılmışlık temaları var öykülerinizde ve tüm bu halin şiddete dönüşme potansiyeli, toplumsal olarak evrildiği yerin şiddet olması…

A: Haklısınız, çünkü bu saydıklarınız, şiddet unsurunu dışarıda bıraksak bile, şu sınırlı hayatlarımızı doğrudan etkileyen, kendimizle, birbirimizle ve dünyayla ilişkimizi bozan, istediğimiz gibi yaşamaya engel olan temel meseleler. Neden doğru iletişim kuramıyoruz, neden ilişkilerimiz istediğimiz gibi değil, neden mutlu değiliz, neden hayatı istediğimiz gibi yaşayamıyoruz? Neden sorusu, büyük ya da küçük, her problemin asıl sebebine, yani kök sebebe götürdüğü için özellikle kıymetlidir aslında, tetikleyicidir çünkü düşünmeyi başlatır. Sorunun nasıl çözüleceği, çözüm için neler yapılması gerektiği, neden sorusunun ardından başlar. Bu yaklaşımla düşününce, çözülmeyecek problem yoktur ya da tersten söylersek problem varsa çözüm de vardır. İş hayatında hemen her problemi çözmek için kullandığımız, bu basit ve etkili mantığın günlük hayatta karşılığını görememek, en çok kafaya taktığım, en çok öfkelenmeme sebep olan konulardan biri. Bu da yazarken haliyle etkiliyor beni. İster tek tek kişilerden yola çıkın, ister aileyi düşünün, ister bütün ülkeyi. Hep aynı problemler, gene gene aynı sorunlar. Boğuşup duruyoruz. Şu yaşadığımız koşullarda, hevesimizi, gücümüzü tüketen pek çok sorun gerçekte sorun bile değil. Yıllardır çözülmüyor, çözümsüz hale getiriliyor aksine, çözmek imkânsızmış gibi. Neden? Çünkü birilerinin işine gelmiyor, birileri böyle olmasını istiyor. Gerçekte toplum olarak mutlu, huzurlu, özgür, adil bir ülkede, barış içinde, gelecek kaygısı duymadan, insanca yaşayabilecekken yaşayamamak. Sanki siyaseti, siyasetin saçmalıklarını, keyfiliğini, her gün yüzlercesine maruz kaldığımız akıl almaz olayı sineye çekmeye mecburuz. Geri kafalılık, kalın kafalılık, dik kafalılık, sabit fikirlilik, hoşgörüsüzlük, anlayışsızlık, saygısızlık, cehalet, kör inanç, ötekileştirme, ayrıştırma, şiddet, düşman yaratma vs. İnsanca ve bir arada yaşamayı güçleştiren öyle çok şey var ki, hangi birini saymalı? Bir yerden sonra yılgınlığa kapılıyor insan.

Günlük yaşantıda kaçamadığımız bütün bu sorular, sorunlar da, öykü yazmaya oturduğunuzda gelip yakanıza yapışıyor haliyle.

C: Ebeveyn ilişkileri, aile ilişkileri şiddetin yeniden ürediği alanlar öykülerinizde. Bu konuda ne dersiniz?

A: Yine benzer bir şey söyleyeceğim maalesef. Yazarken en sorunlu gördüğünüz alanlara çeviriyorsunuz bakışınızı. Böyle olunca da, ilişkilere, özellikle aileye odaklanmak kaçınılmaz. Anlamaya çalıştığım, kendimce yorumlamaya çalıştığım bir sürü mesele var orada. Özellikle de iletişim sorunları dikkatimi çeken bir konu. İletişim kurmayı bilmediğimiz, bu konuda gelişemediğimiz ortada. Kendimizi doğru ifade edemiyoruz, açık, net, rahat değiliz konuşurken, muğlak ifadeler kullanıyoruz, haklı olma, üste çıkma derdindeyiz, zihin okuyoruz, kendimizce varsayımlarda bulunuyoruz, sonra da anlaşılmadığımızı, yanlış anlaşıldığımızı düşünüyoruz, tartışmayı bilmiyoruz, çabuk sinirleniyoruz, sesimizi yükseltiyoruz, birden parlayıveriyoruz, laf sokuyoruz, iğneliyoruz, ima ediyoruz, dinlemiyoruz, eleştiriye gelemiyoruz, çok biliyoruz, akıl vermeye, nasihat etmeye bayılıyoruz, vs. vs. Neticede ilişkiler ilişki olmaktan çıkıyor, hayat hayat olmaktan çıkıyor.

Neden böyle olsun ki, diye düşünürken bir öykü fikri beliriveriyor kafanızda.

N: Eşitsiz ilişkilerden oluşan evlilikleri; kadınların evlilik öncesi veya sonrası eşit olmayan yaşamlarını da anlatıyorsunuz.

A: Bu soruyu cevaplarken, ilk dinlediğim andan beri unutamadığım, çok özel, gerçek bir hikâyeyi paylaşmak istiyorum. Bu ülkede, çocukluktan genç kızlığa kadınların neler yaşadıklarına dair çarpıcı bir örnek. Kayınvalidemin yaşadığı bir olay. Kendisi 2017’de vefat etti, bu vesileyle adını sevgiyle anmış olayım. Babası, pek çok köy enstitüsünde görev almış, Aksu Köy Enstitüsü Kurucu Müdürü, hayatını eğitime adamış, gece gündüz demeden özveriyle çalışmış değerli bir öğretmen. Anılarını da okuduğum için, nelerle mücadele ettiğini az çok biliyorum. Köylerdeki kız çocuklarının okutulmadığı, erkeklerle yan yana, aynı sınıflarda okumasının büyük olay olduğu o yıllarda, köy köy gezip kapı kapı dolaşıp erkeklere dil döken, kızlarını okula göndermesi için ikna etmeye çalışan biri, kendisinin de iki kızı, iki oğlu var. Kayınvalidem ikinci çocuk. Nereye gitseler, okul sınırları içinde bir evde ya da lojmanda yaşıyorlar. Hem kayınvalidem için, hem kardeşleri için, daimi bir gözaltı durumu. Herkesten daha çok dikkat etmek zorundalar hareketlerine. Yapılacaklar, yapılmayacaklar belli, hayatlarının her alanında, her saatinde, ev içinde ve dışarıda, işin gerçeği abartılmış bir disiplin altındalar.

Ortaokulu, babasının tayini nedeniyle, Bornova’da okuyor. Okulda güzel, kuyruklu bir piyano var. İşini çok seven, ilgili bir de müzik öğretmeni. Öğretmeninin teşvik etmesiyle piyano çalmaya hevesleniyor. Neyse ki şanslı bu konuda. Babası destekliyor, okuldaki öğretmenden piyano dersleri almaya başlıyor. Daha o zaman karar veriyor, müzik öğretmeni olacak. Liseyi, Bursa ve Konya Öğretmen Okullarında yatılı okuyor. Her iki okulda da kurallar aşırı katı. Kızlara nefes aldırmıyor öğretmenler. O yasak, bu yasak. Kayınvalidemin tek şansı, her iki okulda da piyano olması. Kendi başına da olsa, her fırsatta piyano çalıp öğrendiklerini unutmamaya çalışıyor.

Liseyi bitirince, Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesinin Müzik Bölümünü kazanıp Ankara’ya geliyor. Ankara’daki ortam, lise dönemine kıyasla, kendini daha özgür ve mutlu hissettiği bir dönem. Fakat burada da abisiyle başı hoş değil. Gazi Eğitim’in başka bir bölümünde okuyan abisi, işgüzarlık edip her şeyine karışmaya, attığı her adımı kontrol etmeye kalkıyor. Anlayacağınız yine bir baskı ve gözaltı durumu. İnsanın ruhunu sakatlayan, tipik erk ve erkek tavrı. Aslında senin iyiliğini düşünüyorum kisvesi altında birini otorite altında tutma. Sen kendini koruyup kollayamazsın, yetersizsin, güçsüzsün, bana emanetsin, benim sana göz kulak olmam lazım, senin için şu makbul, şu değil.

Neyse, kayınvalidem daha birinci sınıfta, bir gün sınıfça konsere gidilecek. Konser Ankara Devlet Opera Binası’nda. Abisi izin vermiyor tabii. Kayınvalidem onca dil döktükten sonra, o zaman beraber gideriz, diyor. Bu yüzden arkadaşlarıyla birlikte çıkamıyor, giyinip hazırlanıyor, abisinin gelmesini bekliyor yurdun kapısında. Abisi gecikiyor. Gidene kadar ilk yarıyı kaçırıyorlar. Bu arada hava kararmış, akşam karanlığı, binaların, sokak lambalarının ışıkları şehrin görünümünü değiştirmiş. İşte bu noktada kayınvalidem, etrafındaki hiçbir şeyi görüp algılayamadığını fark ediyor. Körlük gibi, göz kamaşması gibi, diye açıklamaya çalışmıştı bana, nerede yürüdüğünü, nerede olduğunu çıkaramıyormuş, tabii acayip bir panik hali. Peki neden? O yaşına dek, ilk kez hava karardıktan sonra sokakta, şehrin akşam halini ilk kez görüyor çünkü. 18 yaşına gelmiş, o güne kadar her Allahın günü, hep belli bir saatte evde olmak, okula ya da kaldığı öğrenci yurduna dönmek mecburiyetinde kalmış. Ülkenin diğer kadınlarıyla kıyaslandığında nispeten avantajlı şartlarda yaşayan bir kadından söz ediyorum. Batı müziği eğitimi alıyor, Bach, Chopin çalıyor, fakat ruhen ve bedenen, Doğu kafasının kuşatması altında. Hep sınırlanmış. Kısıtlanmış. Kendini hiç özgür hissedememiş.

Hemen buradan sorunuzla ilişkili bir yere bağlayayım sözü. Evlilik gündeme geldiğinde, en öncelikli düşüncesi ne olmuş biliyor musunuz, kişiliklerimiz uyuşuyor mu, anlaşabilir miyiz filan değil, beni bunaltmasın, giydiğime gezdiğime laf etmesin. Tabii burada bana ilginç gelen, asıl sorunlu bulduğum durumdan da söz etmeliyim. Hayatının bundan sonraki döneminde, başkaları rahat bıraksa da, kendi kendine uyguladığı baskıdan hiç vazgeçememiş. Hep ölçülü, hep kontrollü, hep mesafeli, hep belli kurallar çerçevesinde işleyen, dolayısıyla pek de keyfi çıkarılamamış bir yaşam.

1950’li yıllardan günümüze dönelim, durum çok mu farklı? Kadınların yüzde kaçı gerçekten özgür hissediyor kendini? Yüzde kaçı kendi seçimlerini yapıp hayatına sahip çıkabiliyor? İçinde bulunduğu koşullarda evliliği bir kaçış, bir kurtuluş çaresi olarak gören bir sürü kadın yok mu hâlâ?

Anlata anlata bitiremeyiz bu sorunları, anlatmakla, yazmakla çare üretip çözemeyiz de. Yine de edebiyatın görünür kılma, rahatsız etme, dönüştürme gücüne inanıyor insan, inanmak istiyor. Günlük yaşantılarımızda göre duya körleştiğimiz, sağırlaştığımız, umursamaz olduğumuz, ya da özellikle kaçtığımız bir meseleyle, bir öyküde, bir filmde karşılaşmak, çok daha sarsıcı olabiliyor çünkü, çok daha derinden etkileyebiliyor bizleri. Üzerine düşünmemizi, başka bir gözle bakmamızı sağlıyor. Bu az şey mi? Peki, bunun gücünü yadsıyabilir miyiz? Görüyorsunuz hep soru, hep soru. Öyküler de sorulardan çıkıyor bu yüzden.

N: İntihar, ölüm, şiddete başvurma öyküler içerisinde şiddetle mücadelede çözüm araçları olabiliyor öykülerinizde. Öte yandan, yüzleşme, bırakma, barışma gibi sonlar da var. Bu yanıyla güçlendirici geliyor bana. Aporia gibi birkaç öyküde daha umutlandırıcı sonlar var.  

A: Öyküler, içinde bulunduğu durumu kabullenemeyen karakterler üzerine kurulu aslında. Aldığı kararlar bizim hoşumuza gider ya da gitmez, kendi iradelerini, kendi tercihlerini ortaya koyuyorlar bir şekilde. Bana göre, gücü de, umudu da barındıran en mühim nokta bu.   

N: Son olarak şunu sormak istiyorum. Kitap, 2013’ten bu yana yazdığınız öykülerden oluşuyor ama sanki oturup hepsini arka arkaya yazmışsınız gibi. Aradaki zaman farkı hiç hissedilmiyor.

A: Konular yüzünden böyle düşündünüz belki de. İlk sorudan itibaren uzun uzun konuşuyoruz, hayatın içinde fazlasıyla karşılaştığımız olaylar ve kişiler var öykülerde. Siz, oturup arka arkaya yazmışsınız gibi diyorsunuz, bazı okurlar öykülerin kurgu olduğuna inanamıyor. Yazdıklarınız gerçek mi, diye soran öyle çok ki. Bu sorunun cevabında, Flaubert’den yardım almak işime geliyor doğrusu. Colet’ye bir mektupta, “Uydurulan her şey gerçektir, bundan emin olabilirsiniz,” diye yazmış. “Zavallı Bovary’ciğim, şimdi hiç kuşku yok ki Fransa’nın yirmi köyünde ıstırap çekiyor ve ağlıyor.”

*Destekleri için Hazal Özvarış’a teşekkürler.

1 Yorum

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.