Hayata bedenlerimize giydirilenlerle 1-0 yenik başladık hepimiz. Erkekliklerin ve kadınlıkların gerektirdiği şekillerde davranmakla kendini sevmek arasında mekik dokuduk.

I

Çocukluktan genç kızlığa doğru kilo almaya başlamıştım çünkü abur cuburu çok seviyordum. Genelde ritüelim cips ile başlar, çikolata ve çilekli sütle devam eder, cipsin tuzlu kırıntılarını ağzıma boşaltarak sonlanırdı.

Aynı zamanda bedenimle ilgili sözler duymaya başlamıştım. “Aslında sen şişman değil hantalsın,” demişti mahalle arkadaşlarımdan bir oğlan.  O an şişman mı olmak hantal mı olmak daha iyi olur diye düşünmüştüm. Hantallık şişmanlıktan daha kaba ve kalıcı gelmişti. Zannederim ki hayatımda en tutarlı stile o zamanlar sahiptim: Her gün dizlerime kadar olan kocaman bir tişört ve tayt.

Sonraki yazlara ise rejim yaparak hazırlanmaya başlamıştım. “Hantal” olduğum için spor yapmak yaz öncesi yaptığım birkaç kilometrelik yürüyüşlerden öteye gitmiyordu. Kıyafetlerim popomu kapatmaya devam ediyordu. Yıllar geçip boyuma göre kilomun “normal” değerlerden de aşağıda olduğu o yaz bile hala popomu gizliyordum. Taze fasulyenin yanındaki o ekmeği asla yemiyor, hatta fasulyeyi bile fazla buluyordum. Kilo almamak için çikolatayı bırakmak yerine sağlıklı yemekleri bırakmak daha çok işime geliyordu. Kalın kollarım ve “oğlan” gibi olan bileklerim yerini yumuşak incelmiş kollara ve zayıf bileklere bırakmıştı. Yanaklarım çökmüştü, bedenim hemen yoruluyor, tansiyonum düşüyordu. Ancak eğer hantal biriysen, ne kadar kilo verirsen ver şişman gözükürdün. O dönem birlikte olduğum adamın televizyonda görüp çok güzel bulduğu kadınlar ve benim yumuşak hantal bedenim…  İnternetin yeni yeni evlerimizde yaygın olmaya başladığı o zamanların imkanları ile o kadınların “çirkin” pozlarının yakalandığı fotoğraflara bakıp içimi rahatlattığımı itiraf edebilirim.

Aradan birkaç sene geçti. O adam ve güzel kadınlar silinip gitti aklımdan. Ben ise hala her gün tartılıyordum. Bir gün turistik amaçlı çekilmiş kısa bir Küba belgeseline denk geldim. Kadınları çok güzel bulmuştum. Yıllardır içime çekmeyi adet edindiğim göbeğimden çok daha büyük olan göbeklerini gere gere kahkahalar atıyorlardı. Aynaya baktığımda çok daha ince olmama rağmen asla o kadar güzel görünmediğimi, titrek ve sürekli değişken görüntümün altında yatan ezikliğimi gördüm. Bedenimden utanıyordum.

Karar verdim, bedenimi sevmeliydim. Ama nasıl? Selülitlerimizden, göbeklerimizden, tüylerimizden utandırıldığımız bir görsel bulamaç içinde yetişmiş biri olarak işe kendimden başlayamadım. Etrafımdaki güzellere bakmaya başladım. Koltuk altı tüyleri, sarkmış göğüsler, katlanan göbekler, selülitli kalçalar onları taşıyan kişinin ışığıyla baktıkça güzelleşiyor, özgürleşiyordu aklımda. İçine girdiğim titrek zarı yırtıyordu bu kadınlar, tutup çekiyorlardı gözlerimi kendilerine.

Tüylerimi almayı bıraktığım bir dönem oldu. Negatif tepkiler genelde yakın kadın arkadaşlarımdan ve ailemden geliyordu. Hatta bir arkadaşımın evine misafirliğe gittiğim zaman bana koltuk altı tüylerimi aldırmıştı, onu çok sevdiğim için sorun etmemiştim. Her nasılsa etrafımdaki erkekler için çok da mühim bir şey değildi bu. Yıllar önce onu göreceğim zaman vücudumdaki bütün tüyleri alıp yine de kendimi çirkin hissettiğim, hiçbir zaman onun çok beğeneceği kadın olamayacağım, benden daha güzelini bulacak korkusu ile içten içe çürüdüğüm o adam beni öyle görse sorun edecek miydi mesela? Sorun etmek… Derde bak ama! Benim bedenimi benimle sevgili olan birinin sorun etmesi korkusu. Hem de kendi göbeği, kılları, nasırlı ayakları ile ilgili herhangi bir çekincesi olmayan insandan çekinmek. Kendi ellerimle kendimi arzu nesnesi ilan etmek ve bunun üzerine bir korku inşa etmek. Ne acayip! İşin daha da garibi, benim, kimsenin bedeninde bu gibi kıldan yünden şeyleri sorun etmiyor oluşum ancak iş kendi “kadın” bedenime gelince, küçük asi mücadelemin içinde hala bazı kaygıların hüküm sürüyor olmasıydı.

Bunları -di’li geçmiş zamanda anlattığıma bakmayın. Bu yazının sonunda kelebek gibi uçacak o harika devrimi hala yapabilmiş değilim içimde. Bedenimi kendi sevdiğim biçimde tanzim etmeye meylettim sadece. Hayatım boyunca dikte edilen onca norm kafesi içinde kıramadığım çokçası var hala. Ancak artık kendime yaptığım müdahalelerde en önce sağlığımı düşünüyorum. Çikolatayla bu yüzden arama arzulu bir mesafe koydum.

Hayata bedenlerimize giydirilenlerle 1-0 yenik başladık hepimiz. Erkekliklerin ve kadınlıkların gerektirdiği şekillerde davranmakla kendini sevmek arasında mekik dokuduk. Kendimi şanslı hissediyorum. Hayatıma bana ilham veren çok kadın girdi. Kimilerine ise uzaktan baktım, başka hiçbir şeyden alamayacağım bir tat bulmuş gibi takıntılı bir şekilde onları düşündüm, bazen gözetledim, anlamaya çalıştım. Kalbime ateş düşüren ve varlıklarını hatırladığım her an heyecan duyduğum bu kadınları aşkla selamlıyorum.

II

(Bu yazıyı Sevdaliza İstanbul konseri öncesi bitirmeyi başaramadım. Umarım okuyan herkes zaten konserden haberdardır ve gidebilen gitmiştir)

Sürekli yeni müzisyenleri keşfeden biri değilim. Belki bu yüzden, kendimce keşfedip sevdiğim müzisyenler çok kıymetliler benim için. Sevdaliza’yı da sosyal medyada birinin paylaşımından dinlemiştim birkaç sene önce. Onda alışılmadık ama bildik bir şey vardı. Video kliplerinin kendi hakikatine dokunduğunu hatta o hakikatten çıktığını seziyordum. İzleyeni taşa döndürebilecek bakışlara sahipti. Pikseller üzerinden dahi o etkiyi hissedebiliyordum. İzleyiciye kendini seyirlik bir nesne olarak sunmayan bir yerde duruyordu yarattığı estetik. Aynı zamanda üzerime gelip beni yutmuyor, durduğu yerde ve kendi olarak var olmaya devam ediyordu.

Beni hem müziği hem de bedeni ile bu kadar etkileyen biri sanırım henüz olmadı. Yaşadığım şehirde bahar aylarında bir konseri olacağını duydum. Bir hediye gibi karşıma çıkan bu haberden sonra hemen biletimi aldım. Sade orkestrası ve “My alien friend” (benim yaratık arkadaşım) dediği harika dansçı ile o daracık sahneyi kocaman bir dünyaya çevirdiler. Bir saniye bile sahneden gözümü alamadım. Arada durup sakince bizlere bakıyordu, sevişirken partnerinin halini gözeten bir sevgili gibi. İçimden hep şunu dedim, “Bir performans olmak için ne kadar hakiki, ne kadar yoğun, ne kadar da sarsıcı.” Konser bitiminde, çoğu zaman olduğu gibi konserin etkisinden hızla sıyrılan, o zaman aralığını ardında bırakanlar yerine; büyülenmiş, tarif edilemez bir duygu yaşadıkları yüzlerinden belli olan insanlar gördüm. Sanki hepimiz ne olduğunu bilmediğimiz bir şey öğrenmiştik o gece.

İnsanın bedenini yaşaması, onu yaşatması, en kuytu yerlerine dokunması, adım atarken yeri kavramasının bana verdiği ilham ve cesaret kelimelerle aktarabileceğim bir durum olabilir. Ancak Sevdaliza’nın şiirsel varlığında tezahür eden bu özellikler, sınırlarını kavrayamadığım, formüle edemediğim bir halde bana tesir ediyor. Bu birine bakma değil, birine dokunma deneyimi gibi, dokunduğu kadarını bilir kişi, ancak bütünü sezer. Bakışlarım asla onu kapsamaya, onun bedenini ele geçirmeye çalışmıyor. Bu ikili bir anlaşma gibi, o da kendini kavranabilir bir sınır içinde sunmuyor ve beni yutmadan sarıyor.

1 Yorum

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.