Ernaux kişisel hafızasının objelerinden, görüntülerinden, kelimelerinden, sofralarından, kıyafetlerinden yola çıkarak bütün bir Fransız tarihinin içinden geçiyor.

Ekaterina Panikanova

Annie Ernaux’nun Seneler kitabı her şeyden önce çok özgün bir metin. Daha önce de otobiyografik metin kaleme alan Ernaux, bu kez bir tür gayrişahsi otobiyografi olarak gördüğü bir anlatı kurmuş. Tek bir birinci tekil şahıs ‘ben’ olmayan bu kitapta sadece ‘biz’ ve belirsiz özne (Fransızca on) var. Ernaux kişisel hafızasının objelerinden, görüntülerinden, kelimelerinden, sofralarından, kıyafetlerinden yola çıkarak bütün bir Fransız tarihinin içinden geçiyor. 1940’lı yıllardan başlayarak kendisinin, Normandiya’nın küçük bir şehrinde, Yvetot’da büyüyen işçi sınıfından gelen küçük kızın hikayesinin ayrıntılarıyla Fransız taşrasının -ve sonrasında da Paris ve banliyölerinin- dönüşümünün ayrıntıları bir arada karşımızda. Bu anlatıda, belki ancak bir sosyal tarihçinin gösterebileceği bir titizlikle yemeklerin, adabı muaşeret kurallarının, tuvaletlerin, cinsellikle kurulan ilişkinin, nesnelerin, kelimelerin ve dilin, kitapların, aile içi ilişkilerin, kadınlıkların ve erkekliklerin nasıl değiştiğini, bu değişimin nasıl tecrübe edildiğini okuyoruz. Ernaux gündelik hayatın ritmine, tekrarlarına, kabullerine, işlerin yapılış biçimine özel bir dikkatle bakıyor: yürüme, oturup kalkma, konuşma ve gülme, sokakta seslenme, yeme içme, eşyaları tutma biçimleri, bedenler, sesler, hikayeler, kısaca Fransız taşrasını kuran bütün gündelik pratikler küçük kızın büyüme hikayesinin içinden geçerek ortaya seriliyor. Burada Siren İdemen’in mükemmel çevirisini söylemeden geçemeyeceğim, metni okuma zevkini artıran bir unsur da İdemen’in nefis çevirisi.

Kitabın en güçlü kısmı Ernaux’nun çocukluğu, gençliği ve erken erişkin dönemini temsil eden 1940’lı, 50’li, 60’lı ve 70’li yılları anlattığı kısım bana kalırsa. Fransız taşrasının hane tipi tarım toplumunun düşüşünden endüstriyalizmin yükselişine, Cezayir ve Vietnam savaşlarından tüketicilik ve serbest piyasa globalizminin etkilerine, toplumsal cinsiyet ilişkilerinin dönüşümünden kadın kurtuluş mücadelesinin radikal soluğuna, Katolik Kilisesinin hegemonik etkisinin zayıflamasından 68 Mayısının altüst edici etkisine dönemin bütün önemli politik süreçleri kişisel olarak tecrübe edilme biçimleriyle karşımızda. Tüm bu dönüşüm Ernaux’nun 4 yaşından başlayarak hayatındaki önemli dönemeçlerle birlikte anlatılıyor. Beyaz bir işçi sınıfı ailesinin kızı bulunduğu yerden çıkmayı, eğitim yoluyla yoksul ve eğitimsiz ailesinden koparak başka bir dünyaya geçmeyi beceriyor. Çocukluk ve ergenlik kısımlarında taşrada bir kız çocuğu olarak büyümenin 40’lı ve 50’li yıllarda nasıl boğucu bir şey olduğunu nefis anlatmış Ernaux. Aile kurumunun Fransız taşrasında yarattığı boğucu iklimin genç kadınların nasıl bedenleriyle itiraz ettikleri, çarpıştıkları ve kurtulmaya çalıştıkları bir şey olduğunu da. Bu bölümlerde metin, aile kurumunun illa büyük fiziksel şiddet içermek zorunda olmayan ama tutuculuğuyla, kadın düşmanlığıyla, gündelik baskısıyla, yapılacak ve yapılamayacak şeylerin sınırlarını sürekli, durmaksızın çizmesiyle yarattığı gündelik cehennemi ve o cehennemi kırmak için genç kadınların yaptığı her şeyi, okumayı, erotik kitapları, başka bir dünya hayal etmeyi, mastürbasyon yapmayı, kız arkadaşlarla birlikte zamana ve ‘modern dünyaya’ ayak uydurma çabalarını, sakince ama hissini tam olarak geçirerek anlatıyor. Taşra ailesinin boğucu sırlar, sınırlar ve engeller rejimine karşı bu boğuculukla türlü çeşitli şekillerde mücadele eden, onu esnetmeye, aşındırmaya çalışan genç kadınların -ve erkeklerin de- çabasını okumak çok güzel. ‘Taşradaki ergenlik muhtemelen şöyle özetlenebilir: şehre inmek, hayal kurmak, kendini tatmin etmek ve beklemek’ diyor Ernaux.

50’ler ve 60’larda -tam 68 öncesi- bambaşka bir hayat düşlerken kendini genç yaşta evli ve çocuklu bulan bir entelektüel kadının hayal kırıklığı ve mutsuzluğu da bütün nüanslarıyla, sağlam bir feminist bakışla ve çok çarpıcı küçük ayrıntılarla anlatılmış bence. Çocuğu olunca ve günlüğüne ‘tam bir küçük burjuva oldum çıktım’ diye yazdığı sırada olduğu kadının; öğretmenlik yapan, çocuğunu kreşe bırakan, sabahları elektrikli traş makinesinin sesiyle uyanan, bu yaşamın verdiği tanıdıklık ve öngörülebilirlikten hem sıkılan hem de ona tutunan kadının; ilk romanını yazmamaktan, gerçek fikirlerle örülü bir hayatı olmamasından korkan, ‘bu sakin ve konforlu hayata yerleşip kalmaktan, farkına varmadan yaşayıp gitmeden korkuyorum’ diyen bu kadının hissiyatını çok iyi anlıyoruz. Burada şunu belirtmek istiyorum, ailenin ve aile kurumunun yarattığı şiddetin, oluşturduğu sırlar rejiminin, kurduğu boğucu iklimin ifşası 20. yüzyıl boyunca yazılan modernist romanların temel dertlerinden biri oldu. Ernaux’yu okurken, benzer bir şekilde otobiyografi ile kurmacanın sınırlarında dolaşan Rachel Cusk ya da Vigdis Hjorth gibi yazarları da düşünerek günümüzün aile kurumuyla hesaplaşan formunun bu tür otobiyografik metinler mi olacağını düşünmekten kendimi alamadım.

Kitabın en etkileyici şekilde anlattığı iki momentin 68 Mayısı ve kadın kurtuluş hareketlerinin 70’ler mobilizasyonu olduğunu düşünüyorum. Ernaux hem 68 hareketlerinin hem de kadın kurtuluş hareketlerinin isyanının çok boyutlu etkisini, yani hem eylemlere çağıran ama hem de sokak eylemlerinin ve mevcut dünyaya yapılan radikal itirazın dalga dalga toplumun farklı kesimlerine yayılan politik etkisini ve gücünü çok iyi anlatıyor. Mevcut patriyarkal normların ve ilişkilerin tamamının sorgulandığı, kadınların daha azına layık görüldüğü bir dünyanın köklerinin sarsıldığı, dünün utanç kaynaklarının ortadan kalkarak yeni haz söylemlerinin dolaşıma girdiği ve eve dönünce bir karamsarlık çökse de kadınlar bir aradayken bir umut ve kurtuluş anının hissedildiği bir politik momentin heyecanını metinde hissediyoruz. Sonrasında 68 isyanının ticarileşmesinin ve yıldızının sönerek nasıl orta sınıf hayatlara temel olduğunu da kadın kurtuluş hareketinin politik vaatlerinin nasıl yeni türden iç karartan öznellikler ve cinsellik biçimleri yarattığını da okuyacağız ama ilk umut anının nasıl yaşandığını görmek yine de güzel. Ernaux’nun Fransa’da kürtajın yasadışı olduğu dönemde bir gazete ilanıyla kendilerinin de kürtaj yaptırdığını ilan ve ihbar eden 343 kadının deklarasyonundan sonra yapılan eylemi anlattığı kısım bunun en güzel örneklerinden biri: ‘Bir cumartesi öğleden sonra, güneşin altında binlerce kadın pankartların arkasında yürürken, gözümüzü Dauphiné’nin masmavi gökyüzüne kaldırıp kadınların binlerce yıldır kan revan içinde hayatlarını kaybetmelerine son vermek ilk defa bize düştü diye geçirmiştik içimizden. Bizi kim unutabilirdi ki?’

Gelelim kitabın sevmediğim en önemli yanına. Kitapta biz diliyle anılan ve hikayesi anlatılan kesimler beyaz, merkez solcu ve entelektüel/okumuş kesimler. Anlatı aynı zamanda kişisel, otobiyografik de bir metin olduğundan bu son derece normal elbette. Fakat beni politik olarak rahatsız eden şey şu oldu: Sadece göçmenler değil aynı zamanda birkaç kuşaktır Fransa’da olan Arap ve Siyah Fransızlar da Ernaux için bir türlü biz’in içinde konumlandırılamıyor. Kitapta bir yandan beyaz Fransa’nın olağanlaştırılan ve görünmez kılınan ırkçılığı, yabancı düşmanlığı ve sömürgeci hissiyatları açığa çıkarılıp iğnelenirken öte yandan banliyöler, Cezayir kökenli ya da siyah Fransızlar o kadar kitabın anlattığı biz’le ilişkisiz ve onun dışında konumlandırılınca hikâyenin 80’ler sonrası kısmı sadece beyaz Fransızların yitip giden 68’e yaktıkları melankolik bir ağıta dönüşüyor. 68 isyanına, kadın kurtuluş hareketlerine bu kadar heyecanlanan, illa dönüşmese de en azından kendi sınırlarını fark eden ve o sınırlara çarpan Seneler’in politik öznesi, siyah, göçmen kökenli ya da Arap Fransızların politik mücadelelerine dönüp derinlikli bir bakışla asla bakmıyor. Bu politik mücadelelerle ilgili neredeyse hiçbir şey Ernaux’yu heyecanlandırmıyor. İçinde büyüdüğü beyaz taşranın ırkçılığını ve sömürgeci apatisini bu kadar sorun etmiş bir metin 80 sonrasının göçmen kökenli Fransız toplumunun politizasyonuna hiç bakmayınca ortaya tuhaf bir kendinin farkında ama bunu değiştirmek için hiçbir şey yapmayan politik hal çıkıyor. Bence bu son kısım aynı zamanda anlatının bana çok daha ilginç gelen önceki bölümlerine nazaran zayıflamasına da yol açıyor üstelik. Son bölümlerde Ernaux melankolisi ve kayıp duygusu ağır basan, ‘yeni’nin yarattığı hıza ve dijital dünyanın yordamına kızan, eleştirelliği kısmen sinik bir tavra dönüşen bir pozisyon alıyor.  ‘Zamanı yakalamak, yaşanmış şeylerin üzerine her daim vurmaya devam eden o ışığı, kadim ışığı yakalamak, kurtarmak’ gibi bir derdi olan bir metinde melankolinin olması kaçınılmaz elbette. Ama bu anlatı aynı zamanda ‘ne olduğumuz ve ne olmamız, ne düşünmemiz, neye inanmamız, neden korkmamız, neyi ümit etmemiz gerektiğine dair sonu gelmez ifadeleri taşıyan o kesintisiz uğultuyu yeniden zihnimizde duymaya gayret edecek’ ise o uğultunun çok önemli bir kısmı da banliyölerden, siyah, Arap ya da göçmen kökenli Fransızların gündelik ve politik seslerinden, bedenlerinden, tecrübelerinden ve mücadelelerinden geliyor. Fransa’ya dair, sokaklardan, banliyölerden, metinde çok geçen metrolardan ve RER B’den, işe giderken, eyleme giderken, muhabbet ederken, içki içerken, dua ederken, yeni ve politik bir Fransızca yaratırken, öfkelenirken ve eğlenirken yükselen bu sesleri, bu canlı uğultuyu duymayan bir politik/kişisel anlatı her zaman fazla melankoliyle malul olacaktır gibime geliyor doğrusu.

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.