Nurperi Hanım’ın evini, yuvasını her şeyini parçalayıp götürdüler, ortada kalakaldı Nurperi Hanım. Biz de biraz saçları kesik devekuşu gibi hissetmiyor muyuz kendimizi?

Öyle zamanlardayız ki her geçen gün artan bir yabancılaşma yaşıyoruz, kendimize, çevremize, ülkemize, halk(ımız)a. Gittikçe daha çok öteki gibi hissediyoruz. Kaosun ortasındayız. Yabancılaşmayı ve kaosu 50 yıl önce hissetmiş ve yazmış bir kadın var. Kadın olduğu için öteki, azınlık olduğu için öteki, farklı olduğu için, kendine özgü olduğu için, hep dimdik kendi bildiği gibi yaşadığı için öteki. Hep öteki… Sevim Burak.

Geldiler

Çok yorgundular

Sokağın başına dizildiler

Sekiz on kişi vardılar

Bunların arkasında kadınlar göründü

Ayakları çıplaktı

Erkeklerin önüne çömeldiler

Birden elleri kolları kımıldamaz oldu. (Burak, 2015; 7)

Bu satırlardan taşan tedirginlik, tekinsizlik ve endişeye salar sizi okurken. Asla rahat bırakmaz. Tetiktesinizdir, sayfalardan taşan kelimeler gelirler ve yıkılan bir düzenin, kültürün, oluşumun insanlarının nasıl savrulduğunu, yersiz yurtsuz kalakaldığını anlatırken bu durumu evrensel bir insanlık haline çevirirler. Öykülerinde azınlıkları anlatır, Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte milliyetçi söylem ve vatan olgusu ön plana çıktıkça, pek çok etnik grubu bir arada bulunduran imparatorluğun sembolü saray yanar, tutuşur. İlk öykü kitabı Yanık Saraylar’dan başlayarak küller arasında ayakta kalmaya çalışan kahramanlar, hem azınlık hem de kadın olduğu için çifte ötekilik yaşar ve bu öyküler toplum dışında kalmış bu kadınların acı sonları ile son bulur. (Özkök, 2014;11)

Nereden bilir peki azınlıkları bu kadar? Çünkü Kuzguncukludur, Kuzguncuk’ta yaşayan azınlıklar, özellikle Yahudiler ile birlikte yaşamıştır. Kendi annesi de Yahudi’dir. Kaptan olan Seyfi Bey ile Romanyalı Anne Marie’nin evliliği Kuzguncuk’un olumlu ve olumsuz bütün dinamiklerini aynı evde buluşturur. Çatışmalar Sevim ile ablası Nezahat üzerinden örtük şekilde yaşanır. Çocuklar baba tarafınındır. Hatta Anne Marie Mandil bile Aysel Kudret olarak değiştirdiği adıyla o tarafa dahil olur. Sevim Burak gerçek hayatta kendisini babasının, büyük babasının ve babaannesinin kızı olarak tanımlar belki ama edebiyatta Yahudi bir anneden doğar. (Güngörmüş, 2013; 9)

Ben Kuzguncuk’ta yaratılan bir duygular örgüsüyüm. Büyük yalnızlıkların öyküsü. Yaşlılarla arkadaşlık etmek yalnızlık getirir çocuklara. Çocuk arkadaşım olmadı benim hiç. Arkadaşlarımın topu da muşmulaydı. Babaaannem, büyükbabam tümü tılsımlıydı. Hepsinin delilikleri vardı. Onların deliliklerinin çok güzel olduğu kanısındayım.”

Çocuk arkadaşı olmadığı gibi kendisi de hiç çocuk olmamıştır sanki. Çocukluk fotoğraflarının hiç birisinde gülerken görünmez, sanki hep hüzünlü ve sırlarla doludur. Belki de annesinin dilinin hiçbir zaman Türkçe’ye tam olarak dönmemesi ve bunun aile içerisinde alay konusu yapılması, annesinin hiçbir zaman tam olarak benimsenmemesi küçük yaştan bu hüznün ve ötekilik duygusunun yapısal olarak benimsenmesine sebep olmuştur.

Onlara yazar hep ötekilere: “Bu dünyayı izleyenlere bir halt yok. Açıkgözler için hiçbir şey yazmayacağım. Dünyalarını kaybetmişler için –kendim için yazacağım- Erken bunamışlara-hayalperestlere- Çok acıklılara –bu dünyadan gitmek üzere hazırlık yapanlara yazacağım… Yalnız aklını kaybetmişlerle bu dünyayı paylaşacağım. Aşktan aklını oynatanlara -Şizofrenlere-aşırı romantiklere-… Delilere yazacağım…” (Burak, 1990; 25)

Ölümle hep iç içedir. Çocukken kalp romatizması geçirmiştir. Geçmişte kalan unutulan bu hastalık 1970’lerin başından (40’lı yaşlarından) itibaren ciddi bir kalp rahatsızlığı biçiminde kendini gösterir, hastalıkla mücadelesi zaman zaman hayatının en önemli meselesi haline gelir. Güçsüz düştüğü dönemler, doktorlar, muayeneler, ameliyatlar ona büyük sıkıntılar ve kaygılar yaşatır. 1978’de açık kalp ameliyatı olur:

Yanık Saraylar kitabımda çocukluğumun geçtiği Kuzguncuk önemli bir rol oynar. Küçükken evimizin önünde bir Yahudi mezarlığı vardı. Hatta evimizin bahçesi zannedilirdi. Gündüz o bahçede oynardım, fakat geceleri korkardım ve önünden geçerken şarkı söylerdim. Bu ölüme karşı koruyan bir güçtü beni. Kim bilir belki de yazarlığın ilk tohumlarıydı. Şimdi de yazı yazarak ölüm korkusuna karşı çıkıyorum. Aşağı yukarı bütün hikayelerimde ölümle savaştım ve savaşıyorum denilebilir. Ölüm bütün hikayelerimde düşman olarak geçer.” (Burak, 1978)

Yazdıkları dönemin ötesindedir, çok eleştirilir, az okunur, ödül verilmez. Ne kendisi bilindik yazar kalıbına uymaktadır ne de yazdıkları:

Buradakiler homurdanıyorlar ‘Ne biçim edebiyat?’ ama işte, ben onlara kabul ettirinceye kadar çalışacağım. Toplumsal öyküler, başı sonu ezber gibi okunacak ya da ille Türkiye’nin bir gerçeğini ortaya çıkaracak idealist öyküler geçerli. Ben böylesini yazamam. Onun için lütfen anla ki çok zor bir ortamla karşı karşıyayım.” (Burak,1990; 208)

Bildiği gibi yazmaktan vazgeçmez:

Benim yazı yazmam kendi kendimi bir hücreye, belki kendi içimdeki bir hücreye kapatmama bağlı. Herkes gibi mutlu olmak için uğraş veremem, kendime aykırı gelen şeyler, mutluluklar, umutlar, zenginlik, onun getirdiği nimetler… Bunlar benim edebiyatımda yok. Bunların olmadığı, tamamen yalnız ve ümitsiz bir ortam; her şeyden umudunu kesmiş bir yazarın yazmayı sürdürmesi…” (a.g.e; 159)

Bildiği gibi yaşamaktan da vazgeçmez. Oğlunun daha iyi beslensin, kendine yardımcı tutsun diye yurtdışından gönderdiği paraları eski eşyalara yatırır. Bunlardan hikayeler çıkaracağını söyler. Sahaf sahaf dolaşır, buralardan topladığı kitaplardan görülmedik yazı biçimleri üretir. Oğlu Karaca Borar’ın söylemiyle onun gibi olmaya çalışmak, “Hırstan, paradan, kötülük ve bencillikten korkmak, kendi hastalıklı ruh boşluklarında başıboş dolaşan tehlikeli insanlardan ürküntüyle uzak durmaya çalışmak”tır. (Borar, 2013; 12)

Geldiler…

Yorgun gözkapaklı devekuşuydu Nurperi Hanım

Saçlarını oturup kendi kendine alagarson kesmişti

Biraz utanıyordu

Gelenler çok kızgındılar

Durup saçları kesik devekuşuna bakmaya başladılar

Nurperi Hanım ayağındaki terliklerin ucuna kaçtı,

Susup önüne baktı.

O’nun yangın duvarlı, rüzgar fırıldaklı, şimşek çekenli evini almaya gelmişlerdi

Nurperi Hanım kırk yıldan beri pencere önünde oturuyordu

Hiç kımıldamamıştı yerinden

Menlik’ten Üsküdar’a geldiğinden bu yana tırnaklarını yiyip duruyordu

Kapının önüne dizilenler tırnaklarını yiyip duran bu saçma hayvana yumruk salladılar

Birden Nurperi Hanım’ın penceresi çatırdadı, evin odaları, merdiven altları birbirinden ayrıldı.

On kişi evi dört parçaya bölüp götürdüler.

…… Nurperi hanım, hemen orada tencerenin siyah dibine yapışıp kaldı. (Burak,1983;14)

Nurperi Hanım’ın evini, yuvasını her şeyini parçalayıp götürdüler, ortada kalakaldı Nurperi Hanım. Biz de biraz saçları kesik devekuşu gibi hissetmiyor muyuz kendimizi? Neyimiz var yoksa yavaş yavaş parçalara bölüp götürüyorlar gibi gelmiyor mu? Sanki tencerenin dibine yapışıp kalmışız gibi değil miyiz biraz? Sevim Burak’ın bıkmadan usanmadan perdelere iliştirdiği, evin her yanına yazıp saçtığı, sonra hepsini tek tek bir araya getirdiği tutkusundan lazım bize. Perdelere iliştirdiği bu cümleleri birleştirip yalnızlığı, çaresizliği, yabancılığı anlatan yakıcı eserlere dönüştürürken, bilindik dil yapılarını altüst eden ve bu yüzden gelen tüm eleştirileri ve bunun getirdiği dışlanmayı göğüsleyen Sevim Burak’ın cesaretinden lazım.

Asıl sorun sözcükleri –tabii alfabeyi de –kaldırarak yerine birtakım işaretler koymaktır. İnsanın özü, bu işaretlerin yerine geçebilir bir duruma gelmişse bu da gerçekleşebilir. Sonuç özün sınır uçlarını kaldırması, özgürlüğe kavuşabilmesi… Bu yolda hikaye yazmak, uzun zamana bağlıdır. Bu uzun zamanda, çok şeyler değişir, değişmesi için de beklerim. Zamanla hikayenin içindeki bazı yerler çürür (oraları iyi olmayan yerleridir). Daha doğrusu, uzun ve dikkatli çalışma, hikayenin bazı yerlerini eskitip çürütür. Bu yüzden hikayem bittiği zaman, içinde çürüyüp eskimeyen yer kalmamıştır. Yani yeni baştan yazılmıştır.” (Burak,1996)

Bize gereken harfleri kaldırmaktır belki de alfabeyi unutmak, harfleri yeni baştan keşfetmek, özü özgürlüğe kavuşturmak. Hikayeyi yeni baştan yazmak, onu gibi dikbaşlı ve pervasızca. 

Kaynakça

Borar, K. (2015). Sevim Burak Yokken Yapılacak İşler. Ötekilere Yazmak. Haz. Özge Şahin. İstanbul: YKY Yayınları.

Burak, S. (1966) Hikaye İmge Ya Da Tansık. Yeni Dergi Sayı 19/ Kitaplık Sayı 71, 2004.

Burak, S. (1990). Mach 1’den Mektuplar. İstanbul: Logos Yayıncılık.

Burak, S. (1978). BBC Konuşması, Kitaplık sayı 71, 2004.

Burak, S. (2015). Yanık Saraylar. İstanbul: YKY Yayınları.

Güngörmüş, N. (2013). O Bilhassa Kendini Belli Etmedi, Bir Usta Bir Dünya, Haz. Filiz Özdem, İstanbul: YKY Yayınları.

Özkök, S. (2014). Yaşama Teğelli Öyküler. Ankara: Sentez Yayıncılık.

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.