Zaman içinde biri “gerçekdışı” filozof, diğeri ise  “oyunbozan” feminist pozisyonlarını almış. Düz, ana güzergâhlardan ziyade sapa yan yolları, dikenli patikaları, arka sokakları ve tenha kaldırımları arşınlamayı tercih eden bu iki yazar, kitapların yaşantısından, feminist belanın inceliklerine, hizalanmış sabit kimlikleri yerinden etme pratiğinde temellenmiş queer hareketin ikili cinsiyet rejimi içinde kendine bir kimlik atayan kişilerle kurabileceği ittifak potansiyellerinden, önceden belirlenmiş yollardan çıkmanın dayanılmaz hafifliğine kadar pek çok konu hakkında konuşuyor. Sara Ahmed’in sorularına Judith Butler’ın farklı sorularla karşılık verdiği ve birbirlerinin aldığı pozisyonların içinden geçerek düşündüklerini dile getirdikleri bu söyleşide, kim gerçekdışı, kim oyunbozan belirsizleşiyor.

Sara Ahmed: Seninle Cinsiyet Belası başlıklı kitabın üzerine ve bu kitabın Queer Çalışmaları’nı nasıl etkilediğine dair bir söyleşi yapmam istendi. Cinsiyet Belası’nın ikinci baskısının önsözünde “metnin hayatı benim niyetlerimin ötesine uzandı ve bu, bir bakıma, kesinlikle kitabın alımlandığı bağlamın değişmesiyle ilgili,” diye yazmışsın. Bu tasvir hoşuma gitti. Metinlerin, yazarları olarak onlara verdiklerimizin ötesinde bir yaşama sahip oldukları fikri hoşuma gidiyor ve bu yaşamlar kısmen kitapların nasıl “kapıldığıyla” alakalı. Cinsiyet Belası’nın akademi içinde alımlandığı değişen bağlamları biraz açabilir misin? Bu kitabın “kapılma” biçimlerinden hangileri seni şaşırttı?

Judith Butler: Cinsiyet Belası hakkındaki soruları yanıtlamak benim için hep biraz tuhaf olmuştur çünkü metni tam olarak hatırlamıyorum. Kitabı açıklamak ya da savunmak üzere üretmek zorunda kaldığım argümanları hatırlıyorum, ama kitaptan birkaç cümle dışında pek bir şey aklıma gelmiyor. Kendi işlerimi asla tekrar okumam, bu yüzden de metne geri dönüp kontrol etmem mümkün değil. Zaten kitabı kontrol etme fikri bana garip geliyor çünkü tabii ki kitaba geri dönüp herhangi bir yoruma dair kanıt aramak kesinlikle mümkün ama metinsel kanıt tam manasıyla veri değildir. Bu nedenle, kitaba geri dönünce, kitabı yeniden yorumlamış oluyoruz.

Bazen, o kitabın, eylemin çılgınca bir savunusu olduğunu düşünüyorum. En azından, “ardı arkası kesilmeyen” bir tür eylem biçimi olarak “performativite” son sayfalara hakim olmuş gibi ve bazıları bunu metnin temel katkısı olarak görüyor. Melankoli üzerine kısımların performativitenin genel kuramıyla pek uyuşmadığını söyleyenler de oldu. Ama bunun doğru olup olmadığını bilmiyorum; yine de bu öneri kafamı kurcalıyor, o yüzden belki de doğrudur. Belki de kaybetme, kabullenme ve eyleme geçme biçimlerinin nasıl hesaba katılabileceğine dair düşünmeye çalışıyordum. Kamusal yas eylemlerinin bu iki boyutun bir araya geldiği alanlar oluşturduğunu düşünüyorum; bu alanlarda cenaze, zaten değer verilen bir başka hayatın sona erdiğini dile getiren ve bunun kolektif olarak bilinmesini sağlayan bir tür eylem biçimi.

Metnin alımlanmasına gelecek olursam, Cinsiyet Belası’nın performans çalışmaları, kategori siyasetine odaklanan hukukçular ve direnişin bedende cisimleşme biçimleriyle ilgilenen siyaset ve kültür kuramcıları tarafından alımlanma şekli beni çok mutlu etti. Metni, queer ve trans hayatları patolojikleştiren söylemlerle mücadelede ya da alternatif ebeveynlik ve yeni tür akrabalık ilişkilerini onaylamak amacıyla kullanan siyasi ve hukuksal çabalardan özellikle etkilendim. Vatandaşlık üzerine yapılan çalışmaların bazıları da temel hakları ve siyasi statüleri talep etmenin performatif bir anlayışına dayanıyor. Tabii ki, bazı aktivist alımlamalar performativitenin daha iradeci/istenççi anlatılarına dayanıyor ama genel olarak “sahneleme” toplumsal ve siyasi kategorileri yeniden üretmenin daha az istenççi ve iradeci bir boyutu olarak anlaşılabilir.

Kendi yazdıklarını tekrar okumaman ilginç. Ben bitmek tükenmek bilmeyen bir tedirginlikle tekrar tekrar okuyorum. Sürekli hata arıyorum. Ve tabii ki, arayınca da buluyorum! Bence “hata”, sahnelemenin potansiyellerini düşünmenin başka bir biçimi; hata yapabileceğimiz, yoldan çıkabileceğimiz ya da sapabileceğimiz manasında. Ben de bunu senin dönüş/çağrılma (turning/interpellation) kavramlarını kullanma biçiminden aldım: tekrar aynı yere geri dönmeme ihtimalini açık tutma olarak “dönüş” ya da beklenildiği gibi etkilenmeme olarak. Bizim alışık olduğumuz “hata”, daha ziyade, bir şeyi yanlış yapmak, ya da yanlış olmak ya da başını belaya sokmak anlamlarına geliyor. Bela demişken, seninle bu konu hakkında konuşmak istiyorum. Benim Cinsiyet Belası kitabındaki en sevdiğim cümlelerden biri de şu: “Bela çıkarmak, çocukluğuma egemen olan söylem içinde, birinin kesinlikle yapmaması gereken bir şeydi çünkü bu başını belaya sokabilirdi. İsyan ve isyana biçilen ceza aynı terimlerle ifade ediliyordu; bu benim iktidarın kurnazlıklarına dair ilk eleştirel içgörümün oluşmasına da yol açan şeydi: Hüküm süren kanun seni belayla tehdit ederdi, hatta başını belaya sokardı ve tüm bunlar seni beladan uzak tutmak içindi.”[1] Belanın bir teknik haline nasıl geldiği hakkındaki anlatılardan çok fazla şey öğrendim! Bu aynı zamanda metindeki ilginç bir an çünkü kendi deneyimine gönderme yapıyorsun. Bu metinsel andan, eleştirel içgörüler geliştirirken kendi deneyimlerine ne ölçüde dayandığından ve bu deneyimleri metinde açıkça ifade etme ya da etmeme tercihlerinin nedenlerinden biraz daha bahsedebilir misin? Önsözde sadece toplumsal cinsiyetten bir bela olarak bahsetmiyorsun, aynı zamanda “toplumsal cinsiyetin anlamı üzerine sürdürülen feminist tartışmaların da zaman zaman bir tür belayı nasıl beraberinde getirdiğinden” söz ediyorsun. Bu “bela”yı biraz açabilir misin?

Galiba ben her daim başımın belaya girebileceğinin farkındayım ve bu belanın hayaleti ya da beklentisi beni eyleme geçmekten geri tutmasın diye çabalıyorum. Bela çıkarırsan başın belaya girer tehdidi karşısında cesaretle durmanın önemli olduğunu düşünüyorum. Eğer aldığım pozisyonlar yıkıcı ise, bu pozisyonları geçersiz kılmaya çalışanların kendi söylemsel ve eylemsel şiddet biçimlerini uyguladıkları da bilinen bir şey. Böylelikle bela, statükoyla mücadele etme çabasının yıkıcı addedilerek cezalandırıldığı ya da kötülendiği bir sahneye verilen isim haline geliyor. Fakat, bu sahneyi izlerken ya da ona tanıklık ederken kişi yıkıcılığın nerede bulunabileceğini sorgulamaya mecbur kalıyor. Örneğin, baskı biçimlerini söküp parçalarına ayırmak kötü bir biçimde inşa edilmiş olanın bir tür yıkımını içerir ve inşa edilmiş bu biçimler verdikleri zararda da pay sahibidirler. Zarar veren bir makineye zararı azaltmak adına zarar vermek mümkün mü? Ve yaralanmalara neden olan makineyi “parçalarına ayırma”nın olumlayıcı biçimleriyle, yaralanma biçimlerinin yıkıcı olanlarını ayırt edebilir miyiz? Bence bu ayrımı gerçekleştirme konusunda emek vermeye devam etmemiz gerekiyor.

Cinsiyet Belası’nın bazı bölümleri normlara tabi kılınmanın ne anlama geldiğinden bahsediyor. Ben, birinin bir norma tabi kılınırken nasıl özne haline geldiğiyle ilgileniyorum; yani norm baskılayıcı ve baskıcı olabilir, ama aynı zamanda, kulağa tuhaf gelse bile, rahatsız edici derecede yaratıcıdır da. Bu deneyimi, en iyi, pratiklerimizi artık kendimiz denetleyip düzenlediğimiz için dışsal bir otoriteye ya da polise gerek duymadığımızın ayırdına vardığımız zaman biliriz. Beni ilgilendiren an, ki bu tekrarlayan bir an, tekrar eden bir norm tarafından kuşatıldığımızı kavradığımız ve bu norm kendilik algımıza yerleşmiş olsa bile, senin ifade ettiğin şekliyle, itaatkar bir tekrardan sapmaya başladığımız anda ne olduğu. Sapma, endişe ve korkunun yanı sıra bir tür heyecanı da beraberinde getirir ve başkalarıyla birlikte gerçekleştirildiğinde, özne olmanın yeni bir anlamını da mümkün kılan yeni dayanışma biçimlerinin de başlangıcıdır. Başkaları da yapıyor denildiğinde bir bakıma sapmanın içerdiği toplumsal ve siyasi değişim harekete geçirilir.

Ben bir yazarın metinlerini “geri” dönerek okumayı seviyorum; tüm o tesadüflerle dolu yolculuklar yine de bizi bir yere götürüyor. Son zamanlarda yazdığım Feminist Bir Yaşam Sürmek kitabı için lezbiyen feminist kuramları okuyorum ve bu konuda Cinsiyet Belası’na geri döneceğim. Kırılganlık üzerine çalıştığını biliyorum. Cinsiyet Belası’ndaki kırılganlığa dair izleri (ve soruları) merak ediyorum: Kitapta kırılganlığa dair izler var mı? Bela ve kırılganlık arasında bir ilişki var mı?

Ben de sana feminist bir yaşam sürmeye dair birkaç şey sormak isterim. En iyi yaşamın nasıl yaşanabileceğini çözebildin mi ve feminizm bu konuda sana yardımcı oluyor mu? Eğer öyleyse, bana da birkaç ipucu verirsen sevinirim, benim için artık biraz geç olsa bile.

Kırılganlığı merak ediyorsun. Kırılganlığın başından beri orada olduğunu söyleyebilirim. Hem Cinsiyet Belası için, hem de her birimiz için ta “başından beri” orada, yani benim yanıtım şaka gibi bir şey. Örneğin, toplumsal cinsiyetin atanmasını “bir isimle çağrılmak” olarak düşünüyorsak, o zaman toplumsal cinsiyetin terimlerinden, bu terimlerin ne anlama geldiğini anlamamızdan ya da etkilerini kavramamızdan çok daha önce etkilenmiş oluyoruz. İşin aslı bence bunun nedeni bize hitap edilme biçimlerinden etkilenmemiz ve bu hitap biçimleri erkenden ve irademiz dışında başlıyor; adeta başından beri oradalar. Bu hitap biçimleri bazen kucaklayıcı ve canlandırıcı oluyor, ama bir tür yara zincirini başlatmaları da mümkün. Yani başından beri etkileniyoruz; “yok sayılmak” ya da “yaralayıcı isimlerle çağrılmak” bizi etkileyen, içimize yerleşen, çeşitli şekillerde bizi harekete geçiren ya da durduran hitap biçimleri olsalar bile. Hem kırılganız hem de bu etkilerle canlanıyoruz, bu nedenle kırılganlığı saf bir edilgenlik hali ya da irade sahibi olmamakla ilişkilendirmemeye çalışıyorum. İradenin tam da bu süreç boyunca kurulmuş olması da muhtemel.

Bir isim takılacağının ya da daha kötüsünün olabileceğinin bilinmesine rağmen risk almak tabii ki kırılganlık içerir, ama birinin eyleme geçtiği ismi gibi eylemlerini etkileyen isim de kırılganlık içerir. Ne de olsa biri yara aldığında öfkeleniyorsa, o yaradan etkilenmiş demektir ve etkilenmek topyekûn edilgen bir durum değildir.

Kırılganlık cevap verebilirliğin koşulu olabilir. Bir şey bizi etkileyebilir ya da kendimizi etkilenmiş bir halde bulabiliriz; konuşmaya tahrik ediliriz, bize hitap edilmek için kullanılan terimleri kabul ederiz, reddederiz veya bu terimleri eğip bükebilir ya da onları, senin de gösterdiğin gibi asıl hedeflerinden başka yönlere saptırarak queerleştirebiliriz. Aslen, baştan beri toplumsal cinsiyet performansının iki boyutu olduğunu öne sürebilirim: Biri, toplumsal cinsiyet atamasının seçilmemiş ve istenmemiş boyutu—ki kişi zaman içerisinde bunun üzerine düşünebilir ve bunu değiştirebilir—;diğeri ise bize hitap edilen terimleri ve bizi oluşturan kategorileri alıp (geri alma, ele geçirme ya da reddetme biçimlerinde) bu terimler içerisinden ve bu terimlere karşı olarak kendini-oluşturma sürecini başlatan performatif eylem.

Daha önce de öne sürdüğüm gibi, adeta baştan beri bize toplumsal cinsiyetler atanmıştır ve bu atama işlemi bizim üzerimizde etkisi olan devasa bir söylemsel pratiktir. Biz, bu atama karşısında kırılganız ve başından beri, istemimiz dışında buna tabiyiz. İşin aslı, toplumsal cinsiyet atanmasının ilk söylemsel pratiklerinin bu kırılganlığı sömürdüğünü söylemem mümkün. Ne de olsa, yaşamak için dil ya da diğer imleme pratikleri aracılığıyla (ki bunlara dokunma ve koku da dahil) hitap edilmesi gereken varlıklarız, başkaları tarafından hitap edilen varlıklarız ve bu türden bir hitap edilmeyi mümkün kılan biçimler olmadan hayatta kalmamız pek de söz konusu değil. Beslenmek ya da uykuya yatırılmak bedenin en temel seviyede hitap edilme biçimleridir. Ama hayatta kalmak, bize hitap edilme biçimlerini tam manasıyla kontrol edemediğimiz anlamına gelir ve bununla yaşamak konusunda yetişkinler olarak pek de güçlük çekmeyiz ya da bize nasıl hitap edileceği üzerinde güç sahibi olmak isteriz. Esasen Sara, senin işlerinin pek çoğu da siyasi gücünü ve çekiciliğini, bize hitap etme biçimlerini hiçbir koşulda kabul etmediğimiz ya da bize hitap etme konusunda başarısız olan ve böylelikle varoluşumuzu tehlikeye atan kişilere karşı konuşma ihtimalimizi canlı tutmalarından alıyor.

Yani kırılganlık, özneleş(tir)me kavramının içinde mevcut; seçmediğimiz normların ve aynı zamanda somut olarak konuşacak olursak, atanmış toplumsal cinsiyetlerin üzerimizdeki etkileri manasında. Atanmış toplumsal cinsiyetler, bu atamanın terimlerine karşı çıkanlar ya da diğerleri tarafından, yani kendi iradelerinin oluşmasından önce atanmış terimleri reddedip ya da bu terimlerden saparak (yeniden ele alarak) kendi atama pratiklerini hayata geçirmek isteyenler için son derece şiddetli bir bela teşkil ediyor. Toplumsal cinsiyet alanında iradenin oluşumu kişinin kendi atamasını kendisinin yapması ve otonominin dilsel dizgesi olabilir.

Atamalardan sapmaları (ya da kişinin kendi atamasını yapmasını) entelektüel güzergahlar olarak da anlayabiliriz diye düşünüyorum. Amsterdam’da katıldığın bir atölyede yoldan sapmış bir felsefeci olduğunu söylediğini hatırlıyorum. Senin de tahmin edebileceğin gibi, bu fikri çok sevdim. Küçük bir sapma ile seni bir yere götüren yoldan çıkabilirsin. Küçük bir sapmanın neden bu kadar zor olduğuna şaşmamak gerek! Senin de toplumsal cinsiyet üzerine çalışmalarında gösterdiğin gibi cinsiyet ataması çok fazla baskı içeren bir şey. Eğer sapma yoldan çıkma ile sonuçlanabiliyorsa, bunun da o baskıyı arttırması şaşırtıcı bir şey değil. Sonuç bir uyarı sistemi olabilir: Yeterince saparsan, her şey durabilir. O sonuçları arzu ediyor olsan bile, o sonuçlar heyecan verici olsalar bile, işin sonunun nereye varacağını bilememek korkutucu olabilir. Bunun bir istek meselesi olmadığı durumlarda bile, yoldan çıkınca yine de bir yere ulaşacağın konusunda özgüvenli olmanın da bir tür inatçılık gerektirdiğini düşünüyorum.

Sana Cinsiyet Belası’na varan ve oradan dönen entelektüel yolculukların hakkında iki soru sormak istiyorum. Bir keresinde bir felsefeci olarak yoldan çıktığını dile getirmiştin. Cinsiyet Belası’nı bir felsefeci olarak yoldan çıkmanın bir parçası olarak görüyor musun? Yoldan çıkmış bir felsefeci ile bir feminist ve queer kuramcı arasında bir ilişki var mı? Cinsiyet Belası alıntılar konusunda oldukça bonkör ve pek çok farklı yazar ile entelektüel geleneği birbirleriyle diyaloga sokan bir kitap. Başlıca diyalog partnerlerin kimler? Zaman içinde bu partnerler değişti mi ve değiştiyse bu nasıl gerçekleşti?

Bir felsefeci olarak yoldan sapmamdan çok daha önce yoldan çıktığıma eminim. Doğru yolları takip etmiyordum veya ediyor olsam bile uyum ve güvenlik peşinde koşmam gerektiğini düşünenleri rahatsız eden salınımlar hep mevcuttu. Doktora yaptığım dönemde, felsefe bölümlerinde neyin felsefe olup olmadığı tartışılıyordu ve herkes “gözden çıkarılma” korkusuyla yaşıyordu. O zaman anladım ki felsefecilerin birbirlerini felsefenin tanımından çıkarmaları esasen profesyonel pratiklerinin bir parçası ve bu, alanın sosyolojik anlatılarına da girmeli. Bir başkasının “gerçekten” felsefeci olmadığı iddiasında her zaman vahim ve otoriter bir şey var. Bazen bu üsttenci bir edayla dillendiriliyordu, bazense bir tür yoldan çıkma eylemi olarak.

Ta başından beri kim olmamız gerektiğini düzenleyen ve yöneten normlarla hiçbirimizin “gerçekten” uyumlu olmadığını öne süren biri olduğum için “gerçekdışı” pozisyonunu aldım ve bu çağrılma biçimi üzerinden dayanışma ağları bile kurdum. Dar görüşlü insanların gerçek felsefeciler olduklarını iddia edebileceklerini söylemiyorum, ama o terimler çerçevesinde tanınma mücadelesi vermenin de bir tür tabi kılınma biçimi olduğunu biliyorum. Ne de olsa o terimler de tartışılıyor, işte tam da bu nedenle polis kuvvetleri çok katı. Bazı durumlarda tanınma, ben talep etmesem de gerçekleşti ya da halen gerçekleşiyor ve bu etkileyici, ama gerekli değil. Doktora sürecinde, tez konumu seçerken ya da toplumsal cinsiyet kuramına yönelirken zaten her yerde tartışma konusu olan felsefi standartlara uymak için özel bir çaba sarf etmedim. Bu standartlar benim fazlasıyla içgüdüsel olarak karşı çıktığım bir şekilde, disipline edici bir denetleme edimi olarak kişilere dayatılıyordu. Senin zorlu kavram fikrini çok seviyorum, bu kavramın aynı zamanda disipline edici iktidara ya da akademik hayatın gaddarlığına karşı gösterilen, bedende cisimlenmiş, bir tür zor ama gerekli direnişi nitelediğini de düşünüyorum. Bu, kavramın, birinin dokularında, kaslarında eyleme geçmesi.

Cinsiyet Belası’na “toplumsal cinsiyetin felsefi temelleri” üzerine bir kitap yazmayı amaçlayarak başladığımı biliyorum, yani o dönemde birtakım yerleşik norm kümeleri ile çalışıyordum. Ama antropoloji, bilim tarihi, feminist tarih ve edebiyat kuramı üzerine çalışan akademisyenlerle ilişkilerim başımı döndürdü ve ben de toplumsal cinsiyete dair epistemolojik temellere karşı çıkan bir tez ortaya koydum. Sapma demişken! Yaşadığım baş dönmesi aynı zamanda “felsefe yapmanın” daha geleneksel yollarından da ayrılmama tekabül ediyor. Bu benim için bir kayıp olsa bile disiplinlerarası çalışan akademisyenlerin daha geniş dünyasına salındığım için memnundum. Donna Haraway ile her konuşmamız aklımı başımdan alıyordu. Edebiyat eleştirisi alanında çalışan feministlerin bazıları bana öyle zorlu biçimlerde meydan okudular ki bunları etraflıca ele alıp anlamam oldukça uzun sürdü (ve halen de tam manasıyla anladığımdan emin değilim). Hangi düzeyde olursa olsun kavrama “adanmış/evli” kalmam (gülünç bir ifade!) kavramı eleştirenler (mecazi dile değer verenler ya da duygulanımları bir şekilde kavram öncesine yerleştirenler) için işleri güçleştiriyor. Felsefeden sapmış olsam bile, yine de halen bazı bazı queer ve kültürel çalışmalar içindeki felsefe-karşıtı önyargıyı dışa vuruyorum. Durması zor bir yer ama kesinlikle dayanılmaz değil.

Cinsiyet Belası’nı hazırlarken insanlarla sıkı bir muhabbete giriştiğim doğru. Getirilen eleştirilere Bela Bedenler kitabında yanıt verirken de bu böyleydi. Ama galiba artık çalışırken daha yalnızım, bu da muhtemelen feminist hareketin kuramsal döneminin o evresinin artık geçmiş olması ve benim çalışmalarımın da başka yönlere meyletmesi yüzünden. Senin çalışmalarının bana böylesine bir coşku vermesinin bir nedeni de kuramı oyuna yeniden dahil ederken sakin, yaratıcı ve aciliyetinin ciddiyetine varmış bir kavramsallaştırmaya yer vermeleri. Sabır ve aciliyetin bu kombinasyonunu bulmak oldukça güç.

“Feminist ve queer kuramcı” ifadesine gelirsek—bu terimlere sahip çıkmaktan memnunum, feminizm ismini üstlendiğimin kesinlikle farkındayım ve “queer kuramcı” ise tarihin belirli bir döneminde attığım adımlarda belirdi. Bunlar farklı tarihler. Feminist olmaya karar vermem—o zaman 14 yaşındaydım—heyecan veren ve berraklaştıran bir deneyimdi. Sonrasında “queer kuramcı”nın belli bir tür kuramsal pratikle hemhal olan bir kişiyi tanımlamanın bir yolu, bir kategori olacağını fark ettiğimde ise bu bana ilginç gelmişti—bu benim “tesis edilme”sine katkımın çok daha az olduğu ve üstlenmeye kendim “karar vermeden” sahip çıktığım bir şey. Bu terimlerin her biri, tabii ki, birer hapishaneye dönüşme potansiyelini barındırıyor. Bu nedenle onlara sıklıkla meydan okuyorum ve hatta hayal kırıklığına uğrattığım kişiler arasında benim bir bakış açısına bağlılık yemini edip sadece oradan konuşmam gerektiğini ya da konuşacağımı düşünenler de var. Bunu her ne için olursa olsun yapamam—muhtemelen hem entelektüel özgürlüğüm hem de taahhütlerimin verdiği haz ve vaatler baltalanır. Ama bu terimleri inkar edecek ya da reddedecek değilim. Sadece kendimi bu terimlerin etkilerinin taşlaşmasına izin vermemeye adayabilirim. Ne de olsa bu terimler yaşamaya devam edeceklerse ve yaşamamız, iyi bir yaşam sürebilmemiz için ihtiyacımız olan terimler olarak kalacaklarsa canlı kalmaları, yaşamda cisimleşmeleri, aktarılmaları ya da paylaşılmaları gerek. Eşitlik ya da özgürlük ve adalet ile koşullanmış bir yaşamda bile bu terimler politik mücadeleyi şekillendiren idealler olarak çok önemliler.

Bu iki yanıt da benim için çok kıymetli. Yazmak bazen oldukça yalnız bir iş gibi görünse de aslında yazarken yoldaşlık içeren, sadece alıntılarla sınırlı olmayan, yazma aşamasına geçmemizi sağlayan ve ardında müphem izler bırakan pek çok muhabbet söz konusu. Farklı feminist ve queer kitaplar üzerine sıklıkla düşünüyorum. Şaşkınlıkla karışık bir kafa karışıklığı içinde olduğum anlarda geri dönüp elime aldığım, yolculuk arkadaşlarım olan, nereye gidersem gideyim yanımda taşıdığım kitaplar bunlar. Terimlerin kendilerine has tarihleri ve bizimkinden ayıramayacağımız kendi yaşamları olduğuna dair ve yaşadığımız yaşamın bir parçası olarak ve yaşamak, iyi yaşamak için verilen mücadelede cisimleşerek ya da yaşamı açık uçlu bir soru kılmanın yolları olarak nasıl canlı kaldıklarına dair söylediklerin hoşuma gitti. Bunları takiben sorulabilecek bir soru da bir kitabın yaşamının—hadi Cinsiyet Belası olsun bu kitap­—ve bu kitabın öne sürdüğü bir terimin—performativite diyelim—bir alanla—mesela Queer Çalışmaları—nasıl ilişkilenebileceğine dair olabilir. Kanımca bir yazara yazdığı kitabın bir alanı nasıl şekillendirdiğini sormak, o yazara zor ve talepkar bir soru yöneltmek demek. Bu nedenle o soruyu doğrudan sormayacağım, her ne kadar ilginç bir soru olsa da.

“Münasebetli Nesnelere Karşı”da [Against Proper Objects] nesneleri sınırlandırarak alanları tanımlamanın güçlükleri ve tehlikelerine dair ürettiğin fikirler ile farklı entelektüel ve politik tarihlerin iç içe geçmişliğinden yola çıkarak düşünmeye dair çağrın hoşuma gitti. Bu kadar düğüm söz konusuyken nesnelerimizin pek çoğunun münasebetsiz olması ne tuhaf! Benim merak ettiğim şu: Eğer “queer kuramcı” senin üstlenmeye kendin “karar vermeden” sahip çıktığın bir terimse, eğreti olarak da olsa bir alan olarak kavranan Queer Çalışmaları ile nasıl bir ilişki kuruyorsun? Queer Çalışmaları’nı bir tür okuyucu kitlesi ya da alan olarak düşünmenin riskleri ve potansiyelleri neler?

“Queer Çalışmaları”, queer bilginin belirli biçimlerini queer kuramdan ayırmanın bir yolu olarak ilk defa 1990’lı yıllarda ortaya çıktı diye hatırlıyorum. Bunun, sosyal bilimler alanında çalışanların ya da çalışmalarını ampirik ya da tarihsel olarak temellendirenlerin daha soyut bir queer kuramının hegemonyasına karşı giriştikleri mücadelenin bir parçası olduğunu hatırlıyorum. Tüm detaylara hakim değilim, lakin Queer Çalışmaları’nın bilmenin farklı biçimlerini içermesi gerektiği fikri ve edebiyat kuramının ziyadesiyle seçkinleştirilmiş versiyonlarının tarih, coğrafya, kamu politikası, popüler kültür, ekonomi, bilim çalışmaları ve bilim tarihine queer bakış açılarından yaklaşmak isteyenlere hitap etmediği eleştirisi aklıma yatmıştı. Ben bunu bir tür epistemolojik kapsayıcılık talebi olarak okumuştum. Yine de, tabii ki, “kuram”ın bir sorun olarak addedilmesine üzülmüştüm. Elbette tarihsel anlatılar kurmak ya da geç kapitalizmin ekonomik formasyonlarını açıklamak veya bilimsel deney yapmanın farklı biçimlerinin kamu nezdinde taşırdığı çıkar ve riskleri anlamak isteyenler için mevzubahis olan pek çok kuramsal mesele var. Yani benim için, başlangıçta Queer Çalışmaları ve queer kuramı arasında belli belirsiz bir karşıtlık olarak görünen şey, queer kuramın Queer Çalışmaları’nda kırılarak yansıtıldığı ya da yayıldığı bir duruma dönüştü. Bazı insanlar tabii ki halen “kuram yapıyorlar” ama kuram, dünyayla yeni biçimlerde angaje olan meselelerle ya da yeni dünyalar tahayyül etmek için verilen mücadelelerle ilişkili olarak ele alınıyor.

Queer Çalışmaları’nın “queer kimlikler”in onaylanması olarak belirmesi biraz aklımı karıştırmıştı. Bu, Avrupa’nın belli yerlerinde böyle oldu. İnsanlar bugün “ben queer’ım” diyor ve queer kuramın ortaya çıktığı dönemde ise neredeyse herkesin “queer” bir kimliği değil cinsel yaşamın ele geçirilemeyen ve önceden bilinemeyen güzergahını isimlendirmeli diye düşündüğüne eminim. Eve Sedgwick bu noktayı çok zarif bir şekilde vurgulamıştı. “Ben queer’ım”, belki de, başkalarının üzerinde düşünmesi gereken bir paradoksun kamusal nümayişi olmalıydı. Bazı bağlamlarda uluslararası ve kamusal yapılar içinde tanınma talebinin yüksek olduğunu biliyorum ve bunu başarmanın bir yolu da bir kimlik inşa etmekten geçiyor. Ancak queer kuramın kayda değer bir kısmı kimliğin denetlenmesine, yani bir kimlik sahibi olma ve talep edildiğinde bu kimliği gösterme zorunluluğuna karşı çıktığı için, bu beni biraz sarsmıştı. Ama yine kendime sormam gerekti: “queer” gibi bir terimin saptığı yollar bizi neden sarsmasın ki? Çok yol kat etti ve kim bilir geçireceği bir sonraki değişim nasıl olacak.

Tüm bunlar bir yana, ben sadece bir kimliğin hakları için verilen mücadeleden ziyade ittifak ihtimallerini araştıran queer çalışmalarına doğru çekiliyorum. Burada PQBDS[2] önemli bir örnek teşkil ediyor: İsrail’in boykot ve tecrit edilmesi ve İsrail’e yaptırımlar uygulanması için mücadele eden Filistinli queerler, homofobi karşıtlığını işgale karşı verilen mücadeleyle ilişkilendiriyorlar. Irkçılık ya da genderqueer ve trans kişilere yönelik ayrımcılıkla mücadele eden queerler, kendi mücadelelerini sağlık hakları ve sivilleşme için verilen mücadelenin yanı sıra güvencesizlik, milliyetçilik ve ırkçılığa karşı sürdürülen mücadelelerle ilişkilendiriyorlar.

Bir zamanlar “queer”, hizaya girmeyen, kolaylıkla kategorize edilemeyen toplumsal cinsiyetler ve çeşitli cinsellikler için bir tür şemsiye terim işlevi görmüşse de bugün kendi içinde bir mücadeleye sahne oluyor. Pek çok trans ya da trans hakları savunucusu queerin dışlayıcı bir terim olduğunu, trans deneyimini ne kapsadığını ne de tanımladığını iddia ediyor. Queerin bazı versiyonları haklı olarak beyaz olmakla ve sınıfsal ayrımcılığı savunmakla eleştirilmiş olsa da ben “queers of colour” [derisi renkli queerler] hareketinin queer terimini oldukça güçlü bir biçimde yeniden yönlendirdiğini, potansiyelini demokratikleştirdiğini, mücadelenin genişleyen bağlamı içinde terimin sınırlarını hem ifşa ettiğini hem de bu sınırlara karşı çıktığını ve böylelikle “kolektif” kavramının daha eski versiyonlarına karşı duran daha karmaşık bir ittifakı açıkça ifade ettiğini düşünüyorum.

Queers of color” teriminin ırk ve kolonyalizmi çokkültürcülük çerçevesi içinde tartışan jeopolitik bağlamların dışında nasıl işlediğine dair bazı sorular var. Bazı gruplar daha belirgin olarak tanımlanmak istiyor, diğerleriyse bu çerçevenin fazlasıyla Amerika Birleşik Devletleri temelli olduğundan endişe ediyor. Fakat beni en çok etkileyen şey, queer aktivistlerin, gerek HIV politikalarını sadece Avrupa-Atlantik bağlamında değil aynı zamanda küresel güneyde, özellikle de Afrika’da önemli oranda dönüştürmeyi hedefleyen örgütlerde gerekse de Avrupa’daki göçmen karşıtı milliyetçilik ve ırkçılık ile mücadele eden örgütlerdeki çalışma biçimleri oldu. Güney Amerika’yla da önemli bağlantılar mevcut. Oradaki hareketler de “postkolonyal”in mevcut kuramsallaştırmalarının kendilerini içerme ve dışlama biçimlerini tartışıyorlar. Güney Amerika’da queer politika, diktatörlük sonrası koşullarla ve kendi bağlamlarında farklı bir soykütüğe sahip olan “demokrasi”yle uğraşıyor ve kamusal alan ile ekonomik güvencesizlik yapılarını tartışıyor. LSE’deki (London School of Economics) Leticia Sabsay’dan bu konu hakkında çok şey öğrendim.

Lakin son zamanlarda “queer”e yöneltilen en güçlü eleştiri trans camiasından geldi. Bu eleştiri farklı biçimler aldı. Ben bu eleştirilerin gerekli olduğunu kabul ediyorum ve görüşlerimi söylenen bazı şeylerden yola çıkarak yeniden ele alıyorum. Aynı zamanda “interseks” üzerine çalışanların “queer”i bazen pek de yararlı bulmadıklarını fark ettim ve bunun nedenlerini anlamanın önemli olduğunu düşünüyorum. “Queer”, toplumsal cinsiyeti ve cinselliği “sabitlenmemiş” insanlar olduğumuz anlamına geliyorsa, o zaman ikili cinsiyet rejimi içinde net bir kategoriye gereksinim duyan ya da bunu isteyenler için queer hareket içinde ne gibi bir alan var? Ya da toplumsal dışlamanın belirli biçimlerinden kurtulmak ve iyi hayatlar sürebilmek için az çok tartışmasız bir toplumsal cinsiyete gereksinim duyan insanlar için ne gibi bir alan var? İnterseks koşulları olan pek çok insan, ikili bir sistem içinde kategorize edilmek istiyor ve romantik bir biçimde “tüm kategorilerin ötesinde” addedilmek istemiyor.

Elbette bu konu üzerinde gerek trans gerekse interseks camialarında süregiden farklı tartışmalar var, ancak “queer” savunucularına gönderilen mesaj oldukça yerinde: Bazı insanlar belirgin bir isme ve toplumsal cinsiyete gereksinim duyuyor ve bu isim ve toplumsal cinsiyet temelinde tanınmak için mücadele veriyor. O yaşamı yaşanabilir kılan hitap biçimlerinin nasıl tesis edileceği ve bu biçimlerde nasıl ısrar edileceği temel bir mesele. Başka bir mesele de bireycilik aracılığıyla değil de ortaya çıkmakta olan toplumsal bir olgu olarak otonomi meselesi: Kendimi nasıl isimlendiriyorum, yasa ya da tıbbi kurumlar içerisinde kendi statümü nasıl tesis edebilirim ve belirli bir toplumsal cinsiyete sahip olarak ya da tesis edilmiş bir toplumsal cinsiyet kategorisi içinde yaşama arzuma, benimle ittifak kurduklarını iddia eden fakat belirli bir şekilde isimlendirilip tanınma arzuma karşı pozisyon alanlar tarafından ne derece itibar edilecek? Bu benim için anlamlı bir soru ve tam da bu nedenle iktidarın nüfuz ettiği bir toplumsal alan içinde otonomi ve cisimleşmeye dair soruları yeniden düşünmek bizim için çok önemli.

Teşekkür ederim. Geleceğe dair son bir sorum var. Ne tür sorular, meseleler, ilgi alanları ve yollar Queer Çalışmaları’nı bir proje olarak canlı tutabilir?

Gerçekten önemli olduğunu düşündüğüm bazı sorular şunlar: Sabit, kalıcı ve pek çok kişi için kendilik algılarını tanımlayan arzuları nasıl kavrayabiliriz? Hatta kendilik algısı denen şeyin var olduğunu ya da var olma mücadelesi verdiğini nasıl anlayabiliriz? O algı nasıl şekilleniyor ve eğer kök salıyorsa, bu nasıl gerçekleşiyor? Hangi koşullar altında parçalarına ayrılıyor ya da tuzla buz oluyor?

Bu sabit ve inatçı arzuların, bu kendilik algısının tanınmasını talep eden yaşam biçimlerimiz neler? Arzusu bu şekilde “yerleşme”yenlerin deneyimlerini, yani arzunun temel bir kendilik algısına karşı koyduğu ya da kendiliği değişken ve değiştirilebilir bir şey olarak tesis ettiği durumları nasıl açıklayacağız? Kendi arzularımızla karşılaşmalarımıza dair ve olduğumuz kişiyi tanımlayan kategorinin sürekli ya da sarsılmaz niteliğinde ısrar ederken eş zamanlı olarak toplumsal cinsiyet ve cinselliğin kendi irademiz dışında bize “atanma” biçimleriyle giriştiğimiz müzakerelere dair hikayeleri nasıl anlatacağız? Nasıl oluyor da bizi temellendiren ve tanımlayan şeyin izini kaybetmeden oluş süreçlerine değer vermeye hâlâ devam edebiliyoruz? Öz-tanımlamamızın ne kadarı kurulu ve ne kadarı üretilmiş ve hangi koşullarda yeni isimlendirme pratikleri, olmak istediğimiz kişiyi olabilmemiz için bize şans tanıyor? Olduğu kişi olmak isteyen bir kendiliğin çift anlamlılığı hakkında ne düşünüyoruz? İstediğimiz noktaya vardığımızı ve artık her zaman olmak istediğimiz varlık olduğumuzu söylediğimizde çift anlamlılığın üstesinden gelinmiş oluyor mu? Ne tür hayal kırıklıkları ve şüpheler geçmek bilmiyor ve kim olduğumuza karar verdiğimizde yaşamaya halen devam ediyor muyuz? “Seçme” edimi hayatın süreçlere dayalı niteliğini tehlikeye atmadan, yaşama dair bir anlayış seçim terimleri içinde nasıl sürdürülebilir? Tersinden bakacak olursak, kim olduğumuza asla karar vermezsek yaşamı yaşanmaz kılan bir biçimde dağılma riskiyle karşı karşıya mı kalırız? Kullandığımız dilin de değişim sürecinin bir parçası olduğu bir dünyada diğerleriyle birlikte gerçekleştirilen kendini isimlendirme ve öz-tanımlama pratikleri hakkında ne düşünüyoruz?

Soruyu “Kim olmak istiyorum?”dan “Başkalarıyla birlikte nasıl bir yaşam sürmek istiyorum?”a kaydırırsak ne olur? Sanki böyle bir durumda mutluluğa dair soruların pek çoğu ve muhtemelen “iyi yaşam”a dair sorulanlar da—oldukça kadim ama yine de aciliyeti olan felsefi sorular—yeniden şekillenecektir. Eğer ki o veya bu isimle çağrılmak ya da belli bir şekilde yaşamak isteyen “ben”in göbek bağı “sen” ve “onlar” ile birlikte kesilmişse, o zaman herhangi birimizin hayatını en iyi nasıl yaşayabileceğini sorduğumuzda bir toplumsal mücadelenin parçası olmuşuzdur bile.

Birlikte nasıl bir yaşam sürmek istiyorum sorusu eğer ki yaşamak istediğimiz yaşam olarak tanınmıyorsa sorması oldukça zor bir soru. Irkçı rejimler altında bir yaşam yaşam-olmayan olarak görülüyorsa o zaman tüm bu felsefi arzular nasıl tehlikeli ve karmaşık bir hal alıyor? Ulusal sınırları geçen ve sonrasında daha öncesinde hiç olmadığı şekillerde ırksallaştırılan birinin deneyimlerini nasıl açıklayabiliriz? Ani ve beklenmedik bir çağrılma. Irk meselesi ırkçılık, milliyetçilik, savaş ve işgal karşıtı mücadelelerle ittifak kuran queer aktivist ve yazarlar ile queerin kendisinin bir kimlik, bir disiplin haline gelmesi ve diğer mesele ve mücadelelerden farklılaştırılması gerektiğini düşünenler arasında nasıl yarıklar açıyor? Bence queer, mücadeleyi genişletme dalgasının bir parçası olmalı.

Önemli bir başka soru da şu: Kimlerin hikayelerini okuyoruz ve bir tarihi anlatırken, bilimin geçirdiği değişimleri açıklarken ya da felsefi kavramların nasıl işlediğini veya işleyebileceğini açıklığa kavuştururken hikayeler anlatmak ne kadar önemli?

Feminizmi queer, trans ve ırkçılık karşıtı hareketlerle—feminizmin anlamının, transfobik söylevlere kalkışanların ya da feminizmin kendini kültürel farklılık iddialarına karşı savunması gerektiğini düşünenlerin tekeline girmesine izin vermeden—yakınlaştırma konusunda ne düşünüyoruz? Queere—ya da bu terimlerin herhangi birine—farklılığı tekellerine almalarına izin vermeden sahip çıkabilir miyiz? Queere, hareketi eleştirenlere yeni bir biçimde düşünebilmemize alan açtıkları için müteşekkir ve nihai bir birlik değil de ortaya çıkmakta olan ittifakların bir karışımı olmaktan sevinç duyan bir düşünsel hareket olarak sahip çıkabilir miyiz?

Yanıt olarak daha fazla soru ortaya attığın için teşekkür ederim!

Çeviren: İpek Tabur

Bu söyleşi, Eylül 2014’te gerçekleştirildi; orijinali 2016’da Sexualities’de yayınlandı.

[1] Judith Butler’ın Cinsiyet Belası kitabından yapılan alıntıları kendim çevirdim. (ç.n.)

[2] PQBDS, Boykot, Tecrit, Yaptırımlar için Filistin’li Queerler olarak çevrilebilecek oluşumun İngilizce kısaltması. Kısaltmanın açılımı şöyle: Palestianian Queers for Boycott, Divestment and Sanctions. BDS ise Boykot, Tecrit ve Yaptırımlar olarak çevrilebilecek Boycott, Divestment and Sactions’ın kısaltması. Bu oluşum Türkiye’de “Filistin için İsrail’i Boykot Girişimi” olarak biliniyor. PQBDS için bakınız: http://www.pqbds.com/ (Judith Butler bu siteye 2016 tarihinde baktığını not düşmüş.) (ç.n.)

1 Yorum

  1. • ( * Bir makale / Buthler tarafından: – ” Mesela: Antropoloji, Bilim tarihi, Feminist Tarih ve Edebiyat Kuramı üzerine çalışan, ilgili uzmanlarla ilişkilerim başımı döndürdü ; ben de toplumsal cinsiyetçiliğe-ırkçılığa dair, epistemolojik temellere karşı çıkan, bir tez ortaya koydum… Ben, Judith olarak, her bu konu değinildiği zaman, hevesle zihnim açılıyor. Üzerimdeki etkilerin ve de izlerin silinmeden, yok olmadan, cömertçe ifade edilişine hayranım… Ayrıca: Donna Haraway ile her konuşmamız aklımı başımdan alıyor. Edebiyat eleştirisi alanında çalışan, feministlerin bazıları da, bana öyle zorlu biçimlerde meydan okudular ki, zamanında, bunları etraflıca ele almam, anlamam oldukça uzun sürdü…” / #Çatlak-Zemin Ekibi olarak ve de Umut Tümay Arslan Hocamızın da vurgulayışı bakımından, Sara Ahmed’in Judith Butler’la söyleşisini, dile getirdiğiniz için, teşekkürlerimi sunarım. İlgimi çeken kısımları, dile getirmiş bulunuyorum. Emeği geçenlere çok çok teşekkürlerle selamlar… #Art-moderne… / Güzel günler ile. – Ismail Ilkkan Senturk /o5.2o21* ; mersi -) •

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.