Okuyucular olarak bizler, kitabın önerdiği bir çeşit düşünce deneyini tekrar etmekte, bazı parametreleri değiştirmekte ve farklı sonuçlara varmakta özgürüz.

Bizi nasıl bir geleceğin beklediği sorusunu her zamankinden daha çok sorduğumuz bugünlerde okunabilecek, gelecek günleri tahayyül ederken bugüne dair sert eleştirilerde bulunan feminist romanlardan biri Naomi Alderman’ın Güç (The Power) adlı romanı.

Alderman’ın 2017 yılında Misis Kitap tarafından Türkiye’de yayınlanan 2016 tarihli romanı Güç, birçok gelecek kurgusunun aksine bugünkü gidişatın sonucu olarak varılması muhtemel bir dünyayı değil, birdenbire ortaya çıkan gerçeküstü bir durum sonucunda neler yaşanabileceğini tahayyül ediyor. Feminist distopyalarıyla kütüphanelerimizde ve gönüllerimizde yer edinen Margaret Atwood’un övgüyle söz ettiği dört yüz sayfalık ödüllü romanında Naomi Alderman, eğer “güç” kadınların elinde olsaydı ne olurdu sorusuna yanıt arıyor.

Kitapta ilk başta kadınlar olarak çoğumuzun sahip olmadığı bir güçten söz ediliyor: Çıplak elleriyle birine zarar verebilme ya da kendisine zarar veren birini engelleyebilmeyi sağlayan muazzam bir fiziksel kuvvet. Gece ıssız bir sokakta ışıklara, panik butonlarına, silahlara, polislere, kanunlara, hiçbir şeye ve hiç kimseye ihtiyaç duymadan, içinde dalga dalga büyüyen korku ve telaş olmadan, tamamen ve sadece kendine güvenerek yürüyebilmeyi sağlayan bir güç. Güç, böyle fiziksel ve giderek büyüyen bir güce sahip olmanın nasıl bir duygu olabileceğini okuyucuya büyük başarıyla aktarıyor ve tüm kadınların bu güce sahip olmasıyla dünyanın nasıl değişebileceğine dair bir öngörüde bulunuyor.

Güç önce genç kızlarda ortaya çıkar. Çoğu zaman, bedeninde kendi isteği dışında dolaşan elleri engellemeye ya da karnına inen yumrukları savuşturmaya çalışırken aniden ortaya çıkan küçük bir elektrik akımı. Karşısındaki erkeği irkilten, belki biraz uyuşturan küçük bir akım. Giderek daha da, daha da büyüyen bir güç… Genç kızlar yetişkin kadınlara dokunarak onlardaki gücü de açığa çıkarabilirler. Ve yeni doğan bütün kız bebekler bu güce sahip olarak doğarlar. Güç giderek büyür, yayılır ve tüm dünyayı sarar.

Ve şimdi kadınlar ne yapacaklar? “Doğal olarak” sevecen, fedakâr, nazik, uysal oldukları için, sahip oldukları bu güçle sevgi ve iyilik dolu bir dünya mı kuracaklar? Ya da “fıtratları gereği” değil ama politik bir tercih yaparak, yüzyıllardır özlemini çektikleri eşit, adil ve özgür bir toplum yaratmayı mı seçecekler? Yoksa sahip oldukları güçle dünyaya ve diğer cinse hükmeden cins mi olacaklar?

Bunun yanıtını, ABD’de senatör adayı bir kadın, İngiltere’de bir mafya ailesinin belalı ve haşin kızı, dini bir lidere dönüşen genç bir kadın ve Nijerya’da genç bir erkek muhabirden oluşan dört ana karakter etrafında tüm dünyada olup bitenlere tanık olurken alıyoruz.

Alderman romanında kadınların tarih boyunca ve günümüzde maruz kaldığı türlü çeşitli şiddete yer verirken, şiddetin ona maruz kalan üzerinde yarattığı etkiyi de çok iyi anlatıyor:

“Burada onu bekleyen veya kovalayan kimse yoktu. Ne zaman bu kadar gergin birine dönüşmüştü? Aslında bu sorunun yanıtını biliyordu. Neden, son olanlar ya da yaşadıkları değildi. Bu korku içinde uzun zamandır büyümekteydi. Yıllar önce korku göğsünde kök salmaya başlamış ve filizlerini her geçen ay ve her geçen saatle etinin daha derinliklerine uzatmıştı. … Korku onu sessiz sokaklarda yürürken veya gün doğmadan bir otel odasında tek başına uyandığında yakalıyordu.” (s. 361)

Güce sahip olduğunu sadece bilmenin bile insana nasıl büyük bir özgüven vereceğini ise kitabın ana karakterlerinden biri olan politikacı Margot’un, astı ve üstü konumundaki iki erkekle yaptığı tartışma sırasında görüyoruz:

“Aslında neler olduğunun önemi yoktu. Onları istediği an öldürebilirdi. Tek gerçek buydu… Gücü parmaklarında dolaştırıp masanın alt yüzeyindeki cilayı biraz yaktı. Yanığın tatlı kokusunu duyabiliyordu. Bu adamlardan herhangi birinin söyleyebileceği hiçbir şey önemli değildi. Çünkü onlar yumuşak koltuklarından kalkamadan, sadece üç harekette her ikisini de öldürebilirdi. Önemli olan ‘yapmaması gerektiği’ veya ‘asla yapamayacağı’ değildi. Önemli olan ‘isterse yapabilecek’ olmasıydı.” (s.96)

Margot, tartışmanın devamında karşısındaki erkeklerin daha önce hiç duymadıkları bir ton ve kesinlikte konuşup toplantıyı sonlandırır. Ve erkekler şaşkınlık içinde söylediklerini kabul ederken “İşte insan böyle konuşur,” diye düşünür. (s.97)

Elbette doğa ananın bir mucizesi ya da Tanrı’nın bir lütfu gibi birdenbire kadınların içinden fışkıran böyle bir güç ve dünyanın her köşesinde yaşanan isyanlar ve muazzam değişim karşısında yeni inanışlar, tarikatlar ve liderler doğmakta gecikmez:

“Tanrı ne kadın ne de erkektir. Tanrı her ikisidir. Ama şimdi Tanrı Anne, bize çok uzun zamandır göz ardı ettiğimiz yeni bir yüzünü gösteriyor. … İsa O’nun oğludur. Ama oğul anneden doğar.” (s.106)

“Size temiz olmadığınız, kutsal olmadığınız, bedeninizin saf olmadığı ve içinizde kutsallığı barındıramayacağınız öğretildi. Olduğunuz her şeyden iğrenmeniz ve sadece bir erkek gibi olabilmeyi istemeniz öğretildi. Ama size öğretilen her şey yalandı. Tanrı sizin içinizde… Tanrı bu yeni güçle size doğruları öğretmek için dünyaya geri döndü.” (s.147)

Çoğunlukla distopya olarak tanımlanan Güç’ün aslında bir distopya olduğunu söylemek zor. Bir dünya ki, bu dünyada cinsiyetler arasında derin bir eşitsizlik vardır. Haberler sizin ekonomi, politika gibi “yüksek” mevzulardan anladığınızı, “ikinci cinsiyet”in ise ancak neşeli ve hafif konulara aklının erdiğini söyler. Reklamlar sizin diğerinden güçlü olduğunuzu ve istediğiniz her şeyi elde edebileceğinizi söyler. Geceler ve gündüzler, evler ve sokaklar, yalnız olduğunuz yerler ve kalabalıklar sizin için çoğunlukla güvenlidir ve sonsuz imkânlar sunar; diğeri ise her zaman, her yerde, herhangi bir şekilde şiddete maruz kalma ihtimaliyle yaşar. Böyle bir dünyaya topyekûn distopya denebilir mi?

Gelecek günlere dair bir metin okuduğumuzda bunun bize bugüne dair bir umut vermesini bekleyebiliriz. Ama Güç böyle bir umut vadetmiyor. Binlerce yıldır yaşanan cinsiyet ayrımcılığını, bir cinsiyetin tahakkümünü, güç, şiddet ve iktidar arasındaki ilişkiyi sarsıcı şekilde ortaya koyuyor. Elbette kitabın, güce kadınların sahip olmasıyla dünyanın nasıl değişebileceğine dair öngörüsüne katılıp katılmamak bize kalmış. Ursula Le Guin bilimkurgunun bir çeşit düşünce deneyi olduğunu söyler.* Bizler de okuyucular olarak deneyi tekrar etmekte, bazı parametreleri değiştirmekte ve farklı sonuçlara varmakta özgürüz. Her halükarda Güç bizi çok cazip bir düşünce deneyinin parçası olmaya davet ediyor.

Naomi Alderman, Güç, Çeviren: Özden Umut Akbaş, İstanbul, Misis Kitap, 2017.

*Ursula K. Le Guin, “Önsöz”, Karanlığın Sol Eli, Çeviren: Ümit Altuğ, İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2013, s.10.

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.