Bu sene on dördüncüsü “Sınıf Mücadelesi – Krizler ve Çıkışlar” başlığıyla düzenlenen Karaburun Bilim Kongresi’nde “Feminist Forum” oturumuna Çatlak Zemin’den kadınlar da katıldı. Çatlak Zemin’den Yeşim Dinçer’in forumda yaptığı sunumun metnini paylaşıyoruz. 

Çatlak Zemin’de üç yılı doldurmak üzereyiz; bu süre içerisinde Lübnan’dan Arjantin’e, Brezilya’dan Güney Kore’ye dek dünya çapında yükselen kadın mücadelesi hep ilgi alanımızda oldu. Doğrusu dünya gündemi de kayıtsız kalamayacağımız denli hareketliydi. Sitede bu içerikle yer verdiğimiz çeviri yazılar, haber ve söyleşiler belli bir yoğunluğa eriştiğinde “Dünyadan” başlığıyla yeni bir köşe açma ihtiyacı da duyduk. Umarım katkılarla bundan sonra da sürdürebilir ve çoğaltabiliriz bu paylaşımları…

Ben de bu forumda kısa bir ufuk taraması yaparak yerkürede olup bitenlere Türkiye’den bakmayı deneyeceğim. “Eşit işe eşit ücret” talebiyle ortaya çıkan İzlanda, kürtaj yasağını referanduma götürmeyi başaran İrlanda gibi az sayıda örneği bir kenara bakacak olursak, yerel hareketlerin genelde reaksiyoner/savunmacı bir karakter taşıdığını söyleyebiliriz öncelikle… Yani, kadınlar çoğu yerde haklarını ve özgürlük alanlarını genişletmek için değil, tarihsel kazanımlarını ve hayatlarını savunmak üzere mücadele etmekteler. 21. yüzyılın ilk çeyreğinde siyasetin sağ kulvarında yükselişe geçen popülist/neo-faşist iktidarların otoriter-cinsiyetçi-yasakçı politikalarına öfkeyle direniyorlar.

2016 Ekim’inde Polonya’da gerçekleşen Kara Pazartesi eylemlerini hatırlayalım: Kürtaja ancak belli koşullarda izin verilen bu ülkede kadınlar, kürtajı tamamen yasaklamaya yönelik yasa tasarısını protesto için kitlesel grevler, sokak gösterileri örgütlediler. Bu büyük eylem, esinini 1975’te İzlanda’da kadınlar tarafından gerçekleştirilen grevden alıyordu. Polonyalı kadınların alan savunması başarılı olmakla kalmadı, anayasal kürtaj yasağına karşı 8 Mart 2017’de siyahlar giyerek sokağa çıkan İrlandalı kadınların grevine de yol gösterdi. Biliyorsunuz, son büyük grev de bu yılın Haziran ayında İsviçre’de gerçekleşti. Bu ülkedeki feminist grevin örgütleyicileri yine Polonya, İzlanda ve Arjantin’deki eylemlere referans vermekte, özellikle İspanyol kadınların 8 Mart 2018’deki grevinden etkilendiklerini belirtmekteler.

Örnekleri çoğaltmak mümkün. Vurgulamaya çalıştığım ve umut verici bulduğum şey, cesaret ve kararlılığın bulaşıcı olması. Görebildiğim kadarıyla dünyadaki kadın eylemleri çok daha etkileşimli bir hal alıyor; grev gibi yeni direnme biçimleri keşfediliyor ve bu yeni direnme biçimleri yerel dinamikler tarafından özgül koşullar gözetilerek uyarlanıyor; kadın hareketi içerisinde feministlerin ağırlığı artıyor. Kimi sloganların kendiliğinden ortaklaştığını ve yaygınlaştığını gözlemliyoruz: Latin Amerika’da yükselen “ni una menos” haykırışları Türkiye sokaklarında “bir kişi daha eksilmeyeceğiz” olarak yankılanıyor.

Çatlak Zemin için bu konuda zihin açıcı bir yazı kaleme almış olan Özlem Barın’ın belirttiği gibi, “Elbette güneşin altında hiçbir şey yeni değil. Feministler ve kadın örgütleri dünya genelinde her zaman birbirlerinden haberdar oldular ve ortak eylemlilikler geliştirdiler. 2000’li yıllarda sosyal forumlar sürecinden doğan Dünya Kadın Yürüyüşü, 2011’de Kanadalı bir polisin ‘kadınlar kıyafetlerine dikkat etsinler’ demesiyle başlayan ve yayılan ‘Kaltak Yürüyüşü’ (SlutWalk), 2012’de 14 Şubat için çağrısı yapılan ve 2013 yılında tüm dünyada yankı bulan ‘Bir Milyon Kadın Ayaklanıyor’, bu ortak eylemliliklere ilk akla gelen örnekler. Kadınların kendi bedenlerini belirleme hakları ve erkek şiddetinin binbir türü içinde özellikle fiziksel ve cinsel şiddete karşı mücadele, her zaman enternasyonalist bir destek içinde verildi her ülkede. Yine de son [birkaç] yılı kadın hareketi/ feminist hareket açısından farklı kılan noktalar var kanımca. Bunlardan birisi bu yeni hareketin, örneğin Kaltak Yürüyüşü, Bir Milyon Kadın Ayaklanıyor’dan farklı olarak bir veya bir iki tema veya söz etrafında örgütlenmiyor, kadınların somut hayatlarında yaşadıkları iç içe geçmiş tüm sorunları kapsamaya çalışıyor oluşu ve bunun feminizm açısından yaratabileceği sorunları/ imkanları da tartışıyor oluşu. Yine örneğin (bence) Dünya Kadın Yürüyüşü’nden farklı olarak sözü genele yaymak için kısıtlama, uzun tartışmalarla varılan minimum ortaklık veya kurumsallaştırma çabasıyla ya da uluslararası bir merkezi koordinasyon ve temsilcilikleri aracılığıyla örgütlenmiyor oluşu.”

Kapsayıcılık meselesini biraz daha açacak olursak; kadınların yaşadıkları farklı ezilmişlik, ayrımcılık biçimlerine daha çok yer verildiğini, homofobiye ve transfobiye karşı duruşun güçlendiğini, göçmen kadınların kendi özgül sorunları ve talepleriyle harekete katılmaları için çaba sarf edildiğini söyleyebiliriz. Çağrı ve bildirilerde kadınların karşılıksız bakım emeğine, neoliberal politikalar altında düşük ücretli ve güvencesiz işlerde çalışmaya mahkum kılınmalarına özel bir vurgu yapılıyor; bu politikalar ile kadın bedenini hedef alan söylem ve pratikler arasında bir bağ olduğu düşünülüyor.

Gülnur Acar Savran’ın sözleriyle, grev ve eylemlerin “kapsayıcılığının somut sorunlardan hareketle, somuttan soyuta, özelden genele bir devinim içinde kurulmuş olması çok önemli (…) Birbirleriyle bir ağ şeklinde ilişkilenen kadınlar kendi deneyimleriyle diğer kadınların deneyimleri arasında köprüler kurarak, yaşanan tekil sorunların nasıl birbirini beslediğini ortaya koyarak bütünlüklü bir patriyarkal kapitalizm eleştirisine doğru yol alıyor, tekil sorunlarını bütünleştiriyorlar.” Kuşkusuz vurgular ülkeden ülkeye farklılık gösterebiliyor. Kiminde (İspanya’da olduğu gibi) erkek egemenliği ve ayrıcalıkları sorgulanırken kiminde (örneğin Arjantin’de) eleştiri okları erkeklerden çok sermayeye yöneliyor.

Şimdi bir süredir dillendirilen “tüm bu gelişmeler yeni bir enternasyonalist feminizmin doğuşunu müjdeliyor mu?” sorusuna geliyorum. Bunu söylemek için henüz erken sayılsa da, tarihin bu noktasındaki koşulların bizi ortak hareket etmeye zorladığını düşünüyorum. 2008’de kapitalist ülkelerin merkezinden başlayıp sistemin bütününü etkileyen bir finansal kriz yaşandı. Sermaye bu krizi mevcut neoliberal paradigmanın içinde kalarak, hatta neoliberalizmi derinleştirerek aşmaya çalışsa da başarılı olamadı; yeni bir paradigma da geliştiremiyor. Bu süreçte aşırı sağ oluşumların, kriz mağdurlarının da desteğini alarak güçlendiğine tanık olduk. “Aşırı sağın yükselmesi ve popülist otoriter rejimler, Latin Amerika’dan Asya’ya kadar geniş bir coğrafyada global bir olgu olarak öne çıkıyor.” Her ülke deneyimi kendine has özellikler içeriyor olsa da, “bu yeni hareketler ve rejimler konusunda herkesin gözlediği ve farklı ülkelerde ortak özellik olarak sivrilen bir şey var: hem liderlerin şahsında hem de kitleler düzleminde tezahür eden ağır düzeyde cinsiyetçilik, homofobi, kadın düşmanlığı, hiper-erkeksilik ya da pek hafif kaçan bir ifadeyle aileci muhafazakârlık.”

Hal böyle olunca, kadınlar da birbirlerinden öğrenmenin, birlikte güçlenmenin, küresel musibetlere karşı ortak mücadeleyi yükseltmenin yollarını arıyorlar. Çünkü saldırılar son derece yaygın ve sistematik bir biçimde küresel düzlemde cereyan ediyor. Patriyarkal kapitalizme -bu gerçeği hatırda tutarak- meydan okuyan, sınırları aşan bir eylemlilik mümkün ve gerekli. Son bir not olarak ekleyeyim: Milliyetçi, ırkçı, militarist, yabancı düşmanı, erkek liderlerin mütemadiyen ağız dalaşı yapıyor olmalarına da aldanmayalım; onlar birbirini deli gibi seviyor aslında[1]

[1] Kimi siyaset bilimcileri otoriter liderlerin birbirlerinden birçok şey öğrenip, belli bir ölçüde birbirlerini güçlendirdiğini ileri sürüyor –ki bence yerinde bir saptama.

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.