Bir kadının biz malzeme dağıtırken “süpürge verin bana, çadırı ellerimle temizliyorum” sözünün kimin tarafından duyulacağı, çocukların ve bakıma muhtaç yaşlı, engelli vs. ve hayatında bu konuyu belki de hiç sorgulamamış erkeklerin yükünün tamamen üzerlerine kalmasının nasıl önlenebileceği sıra gelmeyen konulardan.

İstanbul’da ve muhtemelen 70 küsur ilde hayat normale dönüyor. Bir ayı geride bırakan depreme toplum olarak verilen dikkat, Türkiye’de gelişmelere odaklanma süremizi aştı bile. Ne kadar büyük bir şeyin yaşandığının ülke çapında herkes için aynı oranda algılanabildiğine, bilgiye erişimimizin eşit olduğuna dair şüphe duymamak işten değil. Deprem bölgesinde sadece bir merkezi veya birkaç köyü gören biri için bile bölgede hayatın “normale dönmesinin” önünde daha çok aylar olduğunu söylemek, ilk elden verilecek bir deneyim aktarımı. Yani yaşanan yıkımı ve sebeplerini unutturmama görevimizin dışında sonuçlarıyla mücadele sorumluluğumuz aslında bitmedi. Sorumluluk, yokmuş gibi yapınca ortadan kalkan bir şey değil.

Türkiye’de devletin ve iktidarın çeşitli engellerine rağmen toplumsal yapılar, sivil oluşumlar tarafından yürütülen dayanışma pratiklerinin tarihi çok yüklü. Son birkaç yılda sadece, Suriye’de başlayan savaşın getirdiği yıkımlar, OHAL uygulamaları, pandemide yaşanan mağduriyetler, yangın ve seller, dayanışma ve mücadelede birçok deneyim biriktirmemize sebep oldu. Bu ülkede, uzmanı olmadığımız ne çok konuda bilgi ve hatta uzmanlık sahibi olduk, Orta Doğu coğrafyasında sıradan hayatlarımız yıllardır sıradan yaşanamadı. Depremde de, bunca akut durum ve karmaşa içinde, hiçbir eğitimi olmamasına rağmen yetkililer ortada olmadığı için enkaza girmek ve hayat kurtarmaya çalışmaktan, binaların aslında nasıl yapılması gerektiğine, su, barınma, beslenme, hijyen malzemelerinin nasıl tedarik edileceğine, nerelere gönderilmesi gerektiğine, engellerle karşılaşılırsa neler yapılabileceğine dek birçok deneyim oluştu. Bu kadar büyük çaplı bir yıkım karşısında bu deneyimin bir nebze de olsa bir katkısı olabileceğini gördük. 6 Şubat akşamı kurulan Afet için Feminist Dayanışma grubu da bu amaçla hareket eden oluşumlardan bir tanesi. Bunca koordinasyonsuzluğun ortasında süreklilik temelli ve sorun alanlarını gözeterek güncellenen bir yaklaşımla ilerlemeye çalışıyoruz.

Deprem sonrasında devletin ne kadar yetersiz kaldığı, ilk saatlerde (ve günlerde) gitmeyen desteğin insanları ve tüm canlıları ölüme terk ettiği, profesyonel arama kurtarma ve temel yaşamsal desteğin ulaşmadığı defalarca söylendi. Bunca geçen zamanda biz, hâlâ felaketin ilk fazını atlatmış değiliz. Yani hâlâ su başta olmak üzere, beslenme, barınma, hijyen gibi ilk ihtiyaçlar çözülmüş değil. Bu aşamada, yasın tutulamadığını ve kaybın değerince algılanmadığını da hiç unutmamak ve hatırlatmak borcumuz.

Afet için Feminist Dayanışma olarak bir ayı aşkın süredir gücümüz el verdiğince – çünkü biz bir çağrıyla bir araya gelmiş ve dayanışma deneyimini en büyük güç olarak almış bir kadın grubuyuz- başta İstanbul olmak üzere çeşitli şehirlerden deprem bölgesindeki kimi ihtiyaçlara destek olmaya, dönüşümlü olarak Adıyaman’da bir çadır kentte Kadın Çadırı etrafında yer almaya ve Hatay’da ihtiyaçlar üzerinden çalışmaya devam ediyoruz. Bölgeden kadınlar bizi yönlendiriyor ve asla temel şeylere ihtiyaç bitmiyor; hayatı var edebilmek için gerekenler, gıda, temizlik, barınma, esas olarak yani hayatta kalma. Bir ayı aşkın süredir benzer malzemeleri ulaştırmaya, kadınların geri planda bırakılan taleplerini görmeye ve sürekli temas kurmaya çalışıyoruz.

Feminist perspektifle bu sürecin çok boyutlu olduğunu görüyoruz. Kadınların yaşama ve kamusala erişimdeki sorunlarını bu çok boyutlu felaket sürecinde yeniden deneyimliyoruz. Alınmayan tedbirler, üretilmeyen çözümler sadece o yıkılan yapıların nasıl yapıldığı, planların nasıl çizildiğindeki dehşet ortaya çıkınca bitmedi; yıkımın ardından ortaya çıkan sorun alanlarında tek tek beliriyor. Deprem bitmedi, yıkım aslında devam ediyor ve toplumsal eşitsizlikler yeniden belirgin olurken bu yıllardan beri süregiden ve iktidarda olan yaklaşım yeni mağduriyetler üretiyor.

***

İçinden geçtiğimiz günlerde, arama kurtarmanın sonlandırılıp enkazın nasıl kaldırıldığının duygusal ve acı boyutu asla ele alınmazken, yani basit tabirle cenazelere ne olduğu konuşulamazken, bu sürecin asla devlet katında muhataplığı bulunmuyor. Rakamlara bile yansımayan cenazesi kaldırılamayanların hesabı nasıl sorulacak şu günlerde sahiden? İnsan yaşamına zaten olmayan saygının, ölü bedenler için de aynı şekilde işlediğini bir defa daha bu ülkede çok acı şekilde yaşıyoruz.

Şu an çadırlarda yaşamak zorunda olanlar için bir ayın sonunda çadır ihtiyacının hâlâ karşılanamaması konuşulurken, asbestin yarattığı risklerin, hastalık ihtimallerinin, ortada yığılan çöpün, tozun sorumluluğunu kimse almıyor. Gelen destek malzemesinin de geride bıraktığı çöpün enkaz üzerinde ekstra kirlilik olduğunun, bölgede sürekli atık üzerine atık yaratıldığının konuşulması deprem bölgesi zaten enkaz alanı olarak görüldüğü için lüks sanılabilir. Bizlerin bile gidip dağıttığı tır malzemelerinin plastik çöplerinin etrafta öylece kalması başka zamanlarda olsa kabul edilebilir bir şey olur muydu mesela?

Çadırlarda hayatın ne kadar süreceğini öngörmek mümkün değil. Kadınlar için çadırlar temizliğiyle, çocukların giyinme ve beslenme ihtiyaçlarıyla, erkeklerin bakımıyla yeni emek alanları. Üstelik de birlikte yaşanan nüfus daha fazla. Bir kadının biz malzeme dağıtırken “süpürge verin bana, çadırı ellerimle temizliyorum” sözünün kimin tarafından duyulacağı, çocukların ve bakıma muhtaç yaşlı, engelli vs. ve hayatında bu konuyu belki de hiç sorgulamamış erkeklerin yükünün tamamen kadınların üzerine kalmasının nasıl önlenebileceği sıra gelmeyen konulardan. Cinsiyetçi iş bölümü pekişirken hane içi karşılıksız emeğin kriz anında kadınların içinden çıkamadığı bir yük olmasından kurtulmak için şart olan kamusal destek mekanizmaları yok. Erkeklerde gördüğümüz, çocuklarının yaşını, birlikte yaşadıkları kadınların ihtiyaçlarını, hatta ekmeğin unla mı yapıldığını bilmeme lüksleri, kadınların şu dönemdeki (mecbur) hayat kurucu pozisyonlarını gösteriyor. Var olan patriyarka, depremle iyice pekişiyor.

Çok basit geliyor muhtemelen ama, suya, sağlığa, hijyene erişimin sağlanmasının, kadınlar için bunların kolay olabilmesinin hayatiliği ortada kabak gibi duruyor. Dağıtım sebebiyle tanıştığımız bir kadın “Sanki bir anda çağ değiştirdik. İlkel çağdayız artık” demişti. Bir dağıtımda bir çadıra verilen 5 litre su, 5 kilo un, 3 çocuk çamaşırı ve 2 terlik örneğin, daha bunlar ne kadar yeter diye soramadan yeni sorunlar ortaya çıkarıyor: İçme suyunun sürekliliğini sağlayabilmenin yanı sıra tuvalet ve duşa erişim, çoğunlukla abur cuburdan oluşan yiyeceklerin yerini sağlıklı beslenmenin alması, hijyenin (tuvalet kağıdı ve pedin sürekli var olabilmesi, enfeksiyon ve salgınlardan korunma) sağlanması ve en temelde çadırdan daha güvenli ve güvenceli yaşam alanına kavuşmak. Yeterli ışıklandırma, güvenli hareket edebilme, iş bölümüne dahil olma, hangi konu için kime başvurabileceğini bilme ve koordine bir çadır yaşantısı, taciz vb. ihlalleri bildirebilecekleri mekanizmaların var olması ve muhatap alınmak temel yerde duruyor.

Burada psikososyal desteği tanımlamak ve sağlamak da aynı bütünün parçası. Travma sonrası desteğin herkes için olmasını sağlamak ve yükü kadınlar üzerinden alabilmek (mesela sadece kadınların çocukların sağlığından sorumlu olma hali) için bir plana ihtiyaç var. Çocukların yalnız barınma ve besine değil, kitaba, oyuna, sosyalliğe, eğitime erişimi, travmadan arınması büyük ve sistematik bir çalışma gerektiriyor. Ergenlerin ihtiyaçları ve devam eden hayata katılımları da görünmez kalan konulardan. Sosyal hayata erişimdeki eksikler ile erken yaşta evliliklerin artması olasılığı arasındaki ilişkiyi kurarak ilerlemek zorundayız.

Kadın istihdamının yıllardır yüzde 30’ları geçmediği bu ülkede, deprem sonrası genç ve yetişkin kadınların eğitimlerini sürdürüp çocuk-yaşlı ve en temelde erkek bakımından kurtularak güvenceli iş gücüne katılımını sağlamak depremin güncel sorun alanlarından bir tanesi olarak duruyor. Afet zamanı denerek kadınların tekrar tekrar bakım emeğine sabitlenmesinin, kadınlara verili cinsiyet rollerini bu süreçte tekrar atfetmenin depremin yıkıcı etkisini ancak kuvvetlendireceği kesin.

Feminist hareketin bugün hâlâ mücadelesini verdiği alanlardan biri kadınların bilgiye erişiminin kısıtlanmasını önlemek. Yıllardır bilgiye erişimin şiddete maruz kalma başta olmak üzere sessizliği kırmak, hakkında konuşmak ve harekete geçmek için ne kadar önemli olduğunu vurguluyoruz. Afet ve kriz anları, deneyimi bilgiye çeviren, kadınlar arası bağların koptuğu anlardan bir tanesi ve bilgi, yani birbirinin deneyiminden öğrenmeye erişim, kadınların en önemli araçlarından. Depremin ana gündem olduğu gerekçe gösterilerek, kadın dayanışmasının kurulmasının öncelenmediği ve kadınların haklarının, talep edebileceklerinin ve mücadele alanlarının görünmez kılındığı bir süreç, yıkımın kadınlar üzerindeki zararlarını artıracağını biliyoruz.

Deprem bölgesinde çeşitli yerleşimlerden göç edenler oldu. Tıpkı ülkenin yaklaşık dörtte birinin İstanbul’da yaşamasında olduğu gibi, ülkede yıllardır iktidarların göç, istihdam ve yaşamın değeri konusundaki sorunlu politikalarının peşine düşmenin bu dönemde de gündemimize geleceği aşikar. Politikasız göç, bu ülkenin en temel sorun alanlarından biri. Malatya’dan yüz binler göç ettiyse, Mersin’e binler geldiyse, bu durumun halihazırda bir plan ve politikası var mı?

Yeni inşaatların başlayacağı haberi ise baştan korkutucu. Tarım arazilerinin imara açılacağı tartışması bir yana, bir ayın sonunda yıkıma verilecek cevabın yeni binalar yapılması mı olduğu başlı başına güvensizlik örneği. Öte yandan, İstanbul koca nüfusuyla kendi derdine düşmüş durumda. Depremin üzerinden henüz birkaç gün geçmişken İstanbul depremine odağın hemen kaymış olmasının bencil bir yanı var. Öte yandan bütün bu gördüklerimiz, İstanbul’un neredeyse salt betondan oluşan hacmine yönelik herhangi bir tedbir alınacağına dair şüpheleri de arttırıyor.

Bundan tam yüz yıl önce Tokyo’da 140 bin kişinin öldüğü deprem sonrası Bertolt Brecht, basının yıkılmış binalar, moloz yığınları ve insan yüzlerini yayınlamasına tepki gösterir ve “Çelik dayandı” isimli bir gazete haberini över. Brecht’in vurguladığı, yıkılmayan sağlam binayı görmek ve çeliğe odaklanmanın, insanı ağlamaya değil düşünüp harekete geçmeye ve örgütlenip çare talep etmeye yönlendirmesidir.[1] Deprem bitmedi, sorumluluk sürüyor. Dayanacak çelikleri çoğaltmak zorundayız.

[1] Aktaran: Jacqueline Rose. Anneler, Sevgi ve Zulüm Üzerine Bir Deneme, Alfa, 2022.

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.