Birkaç ay önce Demos Araştırma Merkezi tarafından “Kadınların Barış Mücadelesinde Dünya Deneyimleri” adlı bir araştırma yayınlandı. Güneş Daşlı, Nisan Alıcı ve Ulrike Flader’in yayına hazırladığı bu kitap, Sırbistan, Kosova, Sri Lanka ve Suriye’deki savaşın farklı dönemlerinde kadınların çok çeşitli örgütlenme deneyimlerini, mücadeledeki ısrarlarını ve kurdukları geniş dayanışma ağlarını bize tanıdık kılarken Türkiye’de yürüttüğümüz barış mücadelesi üzerine de düşünmeye itiyor. Bir çırpıda okuduğum kitabın yazarlarından Güneş Daşlı ve Nisan Alıcı ile uzun bir söyleşi yaptık; araştırma boyunca tanıştıkları, hikayelerini okudukları kadınlarla ortak dertlerimiz ve çeşitli mücadele yöntemlerimizi konuşurken, çatışma çözümü üzerine geliştirilen devletlerarası mekanizmaları da feminist bir bakışla değerlendirmeye çalıştık.

Kadın mahkemesi, Bosna Hersek

Bu çalışmayı yaparken sizinle tecrübelerini ve hikâyelerini paylaşan kadınlarla kurduğunuz ilişkiler sizi nasıl etkiledi, kadınların barış mücadelesine bakışınızı nasıl şekillendirdi?

Güneş: Görüşmelerin bir kısmını, ulaşabildiğimiz, gidebildiğimiz yerlerdekileri, Sırbistan ve Kosova’yı yüz yüze yaptık. Sri Lanka’yı skype yoluyla yaptık. Bu konuda akademik çalışmaları da olan Dubravka Zarkov ile yaptığım ilk küçük görüşmeyle birlikte işin içine girdik. Çok akademik bir kitap tasarlamadığımız için, aslında ucundan tutmaya çalıştığımız bir mücadeleye başka deneyimlerle bakma hevesi bizim için sürükleyici oldu. Dönüştürücü bir etkisi oluyor hakikaten. Biraz içine girince bambaşka hikâyelerin ve anlatıların olduğunu fark ettik. Kendi adıma şunu söyleyebilirim: Yola çıktığımızda Türkiye üzerinden düşünüyordum, ancak sonunda “Barış mücadelesi nedir?” sorusuna verdiğim cevap çok genişledi. Mültecilerle birlikte çalışan Belgrad’daki ATİNA derneğinin de barış mücadelesine büyük bir katkı sunduğunu düşünmeye götürdü. Başka yerlerden, kimliklerden kadınlarla konuştuğumuzda özellikle ortak noktaları yakaladığımızda ya da görüştüğümüz kadın, Nisan ve benim aynı anda evet dediğimiz, kafa salladığımız zamanlarda daha iyi hissettiğim oldu. Bizi anlayan ve birçok ortak yönümüz var dediğimiz kadınlar olduğunu gördük. Örneğin Kosova’da bulunan MEDICA’da bunu yaşamıştık. Giriş olarak bunları söyleyebilirim.

Nisan: Ben de biraz daha duygusal kısmıyla devam edeyim o zaman. İlk başladığımızda, henüz araştırmayı tasarlarken, (Türkiye’de) barış sürecinin bir biçimde devam ettiği bir zamandı. Ne kadar eksikleri de olsa. Daha olumlu bir sürece katkı sunmayı, dolayısıyla biraz umutlu bir yerden böyle bir çalışma yapmayı istiyorduk. Başladık ama sonra süreç bambaşka bir hal aldı. Bu sefer motivasyonumuz değişti ve burada her şeyin çok umutsuz göründüğü bir zamanda başka hikâyeleri buraya taşıyabilmeyi amaçladık. Hem güçlendirici hem de moral bozucu tarafları oldu. Buradaki süreç kötüye gittikçe bunu yapıyorum ama ne barışından söz ediyoruz dediğin bir hale girebiliyorsun gerçekten savaş çok ağır giderken. Ama Güneş’in bahsettiği gibi kadınlarla bir araya gelince ya da okudukça bambaşka bir yerden umutlanma ve bir şeylere tutunma hali de oluyor. Örneğin hatırlıyorum, Kosova üzerine çalışırken şiddet açısından çok ağır geliyordu, Türkiye ile de pek çok benzerlik var. Bir taraftan da kadınların en ağır koşullarda bile inanılmaz örgütlü biçimde yaptığı çalışmalar var. Yani hiç durmadan, savaş çok yoğunken de savaş bittikten sonra da bir biçimde politik sözü onlar üretmiş ve örgütlemişler. Bunları öğrenmek sonradan çok güçlendirici.

G: Belki bir şey ekleyebilirim. Süreç devam ederken biz kadınlar olarak buraya sözümüzü nasıl dahil edebiliriz, bu sürecin toplumsallaşmasına nasıl katkı sunabiliriz ya da birebir içerisinde nasıl yer alabiliriz diye kafa yoruyorduk ve kitap fikri bu sıralarda ortaya çıktı. Süreç devam etseydi muhtemelen barış ihtimalinin oluştuğu durumlarda kadınlar nasıl çalışmalar yürütmüş gibi şeylere ağırlık vermeyi tercih edecektik, bizi güçlendirecek tecrübelere. Ama Türkiye’de savaşa dönülmesi ve korkunç bir yere doğru gitmesi haliyle bizim yöntemimizi ve baktığımız noktayı değiştirdi. Kadınların savaş süresince nasıl mücadele ettiklerine ve nasıl yöntemler bulduklarına da odaklandık. Görüştüğümüz kadın örgütlerinin çalışmaları da kitabın şekillenmesinde etkili oldu.

Türkiye’deki çatışma ortamının ve barış mücadelesinin düşüncelerinizi şekillendirdiğini söylüyorsunuz. Bunun Sırbistan, Kosova, Sri Lanka ve Suriye’yi beraber anlatmanızda bir etkisi var mı? Neden bu tecrübelere yer vermeyi tercih ettiniz ve çalışmanın çatısını nasıl kurdunuz?

N: Bir araya getireceğimiz deneyimler bir şekilde buraya ışık tutsun istedik ve en çok katkı sunabilecek şeyleri görmeye çalıştık. Farklı yönleri öne çıkan ama burayla bağlantı kurulabilecek örnekleri arıyorduk. Sırayla gidersek, Sırbistan’da faillikle hesaplaşmak için hafıza aktivizminin çok belirgin bir biçimde ortaya çıkmasını, bir yandan da mültecilerle yürütülen çalışmaların hâlâ devam etmesini önemsedik. Kosova’yı şu an burada olana benzer biçimde çok ağır bir savaş ve şiddet döneminin yaşandığı bir deneyimde tüm zorluklara rağmen kadınların (savaş öncesinde, esnasında ve sonrasında) çok politik ve örgütlü olması sebebiyle anlatmak istedik. Suriye zaten çok yakınımızda bir örnek. Diğer üçünden ayrı duruyor, çatışma halen devam ediyor ve barışın iyi kötü inşa edilmeye başladığı bir süreçten söz edemiyoruz, ne zaman söz edilebilecek bilmiyoruz bile. Çok yakınımızda ama çok da bilgimiz yok, özellikle kadınların nasıl bir mücadele verdiğini derin hatlarıyla bilmiyoruz. Biraz öğrenmenin ve buradaki Suriyeli kadınları dahil eden bir şey yapabilmenin önemli olduğunu düşündük.

G: Nisan’ın kaldığı yerden devam edeyim. Sri Lanka’da sorunun kaynağı etnik temelli ve bir kurtuluş hareketi var. Sonrasında kesinlikle barış ya da çözüm diye adlandıramayacağımız bir deneyim yaşanmış. Kadınların deneyimleri her birinin özgünlüğüne göre şekilleniyor. Bu dört ülkede aslında tamamlayıcı şeyleri de görmek mümkün. Örneğin Suriye’de resmi müzakere sürecine katılım mekanizmalarının oluşturulması mümkün mü değil mi diye çok tartışılıyor. Sırbistan ise geçiş dönemi adaletine dair bir şeylerin yapıldığı, öyle ya da böyle savaşın bittiği ve (sonrasında yaşananları anlamlandırmaya dönük) çalışmaların yürütüldüğü bir yer. Hafıza çalışmaları, yüzleşme komisyonu gibi. Belki Kosova’yı da buraya ekleyebiliriz. Sri Lanka ise bir türlü gerçek bir barışın olmadığı, silahlar susmuş olsa da, yetersiz bir barış halinin devam ettiği bir deneyim. Kadınların farklı koşullarda yürüttükleri barış mücadelelerini tamamlayıcı deneyimler gibi düşünerek bir araya getirdik diyebiliriz.

Mücadele ve dayanışma yöntemlerini kurarken de kendi yaşadıklarını anlamlandırırken de kadınlar dünyanın başka yerlerindeki kadınları örnek alıyorlar. Türkiye’de de böyle. Hem mağduriyetleri ifade etme hem de siyasal özneleşme süreçleri bakımından kadınların barış hareketlerinin ulus ötesi karakteri olduğunu söylemek mümkün mü? Bu bağlamda ele aldığınız örnekleri nasıl değerlendirirsiniz?

N: Görüştüğümüz her kadınla istisnasız şöyle bir şey oldu: Yaşadıkları ve anlattıkları gibi bunlar karşısında verdikleri mücadele de burayla çok paralel ve bize çok tanıdık. Örneğin, cinsel şiddet üzerine konuşmak. Ülkenin, bağlamın ve zamanın farklı olması belli açılardan hiçbir şeyi değiştirmiyor aslında. Mücadele yöntemleri açısından da baskı açısından da pek çok ortaklık var. Ayrıca Sırbistan ve Kosova’da olduğu gibi uluslararası ağların oldukça güçlü olması ve işlemesi çok etkileyici. Herkesin hemen aklına gelebilecek örneklerden biri Sırbistan’daki Siyahlı Kadınlar (Women in Black). Tamamen uluslararası dayanışmadan etkilenerek bir araya geliyor kadınlar ve mevcut uluslararası ağın güçlendirilmesiyle çalışmalarına devam ediyorlar. MEDICA ağı da aynı. Üstelik Kosova’da savaş süresince de çalışmalarına devam edebilmişler. Yugoslavya özelinde konuşacak olursak, savaşın en ağır olduğu zamanda, fail ve mağdur toplulukların üyeleri kadınlar bütün zorlukları aşarak birlikte direniyorlar, birbirlerinin olduğu yerlere gidiyorlar ve bu aslında çalışmalarına hâlâ devam edebilmelerinin de en büyük sebeplerinden biri.

G: Aslında bunu net bir şekilde görebiliyoruz ve kitapta da bu bağı kurmaya çalıştık. Yani farklı yerlerde farklı ülkelerde olsak da farklı boyutlarda yaşansa da kapitalizm, ulus devlet sistemi ve erkek egemen sistemin bir arada yarattığı eşitsizlikleri ve buna karşı direnişin ve mücadelenin olduğunu gördük. Ama sadece üç temel paradigma üzerinden okunarak olmayacağını da gördük esasında. Sri Lanka’da örneğin, din inanılmaz bir baskı unsuru, özellikle kadınlar üzerinde. Türkiye ile de biraz özdeşlik kurabiliriz. Ama kayıp yakını anneler dinin annelere verdiği özel alandan, kutsadığı alandan faydalanarak, onu biraz araçsallaştırarak, normalde bir kadının gidemeyeceği çatışma bölgelerine gidebilmişler. Kadınların kendi bulundukları ortamdaki koşullara göre farklı çıkış yolları olabiliyor. Dolayısıyla birazcık derine inip bakabilmek, temas edip konuşabilmek meseleye farklı bir yerinden bakabilmeye ya da mücadele ağlarının farklı biçimlerde kurulabileceğini görmemize fırsat tanıdı. Her deneyim çok özgün olsa da ortak olan pek çok şeyi görmenin güçlendirici bir yanı var, mücadelenin ortaklaşması açısından. Örneğin Sri Lanka’da bir kimlik mücadelesi var ve farklı gruplar içinde yer alan kadınların mücadelesinin bir anda çoğaldığını görüyorsun: Ezilen Tamil kadınları var, bunlar aynı zamanda ülkenin en yoksulları ve emeği en çok sömürülenler. Ama aynı zamanda Sinhali kadınların içinde de emeği sömürülen kadınlar var ve bu kadınlar bir araya gelebiliyor. Ve burada etnik mesele farklı bir noktaya evriliyor.

Belgrad Atina Derneği’nde yapılan görüşmeden

Kitaptaki örneklerde çatışmasızlık ve çözüm araçlarının kullanıldığını görüyoruz, Suriye dahil. Müzakere, barış süreci deyince başta kadınların ulus ötesi bakış açısının yok sayıldığını, kavramlarımızın ve siyasi sözümüzün ulusal sınırlar içine sıkıştırıldığını iddia edebilir miyiz? Ayrıca kadınların çözüm masalarında ya da uluslararası mekanizmalar içinde var olma çabalarını nasıl değerlendirirsiniz?

N: İyi ki sordun, az önce aklımdan bu geçiyordu. Türkiye’de de hep uyanık kalmamız gereken bir şey bu. Örneğin Kosova’da, kitaptaki görüşmelerde var ama onun dışında da pek çok kadından duyduğum bir şeydi: Savaş döneminde kadınlar çok aktif, politik olarak da çok aktif. Bir sürü hareketi onlar örgütlüyor ve yeni kurulacak toplumsal düzende biz başka bir yerdeyiz artık diye düşünüyorlar. Ama bir biçimde barış süreci başlayınca hem Kosova içindeki siyasi elitler hem de uluslararası mekanizmalardan gelen temsilciler kadınları sürecin dışında bırakmaya çalışıyorlar. Ve şöyle anlatıyordu kadınlar: “Bizim normaldeki örgütlülüğümüzü ve varlığımızı çok daha dar sınırlara çekip bize bambaşka bir rol yakıştırdılar. ‘Kosova zaten çok feodal bir toplum, burada kadınlar hep çok şiddet görür,’ demeye başladılar.” Ama gerçeklik o değil. Tamam, feodal bir toplum olabilir, patriyarkal bir toplum olabilir, gerçekliğin bir kısmı bu ama gerçeklik bundan ibaret değil. Kadınların verdiği çok büyük bir mücadele var. Bununla ilgili en çarpıcı mesele de savaş dönemindeki cinsel şiddetle ilgili. Uluslararası kurumların, yereldeki kadın direnişinin ve öznelliklerin üstünü örttüğüne dair bir yorum yapıyorlar bu konuyla ilgili. Diyorlardı ki “1325 kararı var ama sonuçlarıyla ilgili hiçbir şey göremiyoruz ve BM bile bu meselenin üzerini kapatıyor, mesela temsilciler diyorlar ki ‘Cinsel şiddeti konuşamıyoruz çünkü Kosova çok muhafazakâr!’” Elbette uluslararası aktörlerin dahil olduğu çözüm araçlarını, kadınların katılımını artırmak için işlevsel buluyoruz ve Türkiye’de de uygulanması için çabalıyoruz. Ama bu örnekte tam tersine kadın deneyimini yok sayıp yaşananların üstünü örterek yerel otoritelerin takındığı tavra benzer bir tavır alınmış: “Yeni düzeni kurduk şimdi bunlar gündemimizde değil,” diyebilmişler. Bunu aşmanın bir yolu da yine kadınların çok ısrarlı bir şekilde mücadeleye devam etmesi oluyor. Bu durum her yerde yaşanıyor sanırım.

G: Buraya belki bir ek yapabilirim. Yani uluslararası mekanizmalar birazcık çetrefilli bir konu. Bizim üzerinde durduğumuz nokta aslında barışın tabandan örgütlenebileceği, böyle mümkün olacağıydı. Dolayısıyla toplumsal olana bakmaya çalıştık, oradaki örgütlenmelere ve buna kadınların tarafından bakmaya çalıştık. Ama uluslararası aktörler ve çözüm mekanizmaları her deneyimde bir şekilde var ve bir şekilde devreye girmiş oluyor. Türkiye’den de biliyoruz, Kürt Hareketi müzakerelerde üçüncü gözün olmasını, devletle Kürt Hareketi’nin temsil edildiği bir heyet arasında bir tür gözlemci olabilecek uluslararası aktörlerin dahil olmasını ve uluslararası bir çözüm aracının kurulmasını uzunca bir süre tartıştı. Türkiye’de böyle bir şeyin, çözüm masası kurulabilirse sürecin izlenebileceği ve taraflara da çözüm yönünde baskının oluşabileceği ya da sürecin devam edebilmesine katkı sunabileceği düşünülüyordu. Ve bu kısmen de olsa kadınlar için olumlu bir şeye de dönüşebiliyor. Örneğin Sri Lanka sürecinde görüşmeler çok kırılgan bir şekilde Norveç’in araya girmesi ile başlıyor. İki taraf birbirine inanılmaz güvensizken ve kadınların dahil olması ya da toplumsal cinsiyet açısından sürecin değerlendirilmesi gibi bir gündem bile yokken, kadınların Norveç üzerinden baskı kurmasıyla toplumsal cinsiyete dair bir alt komisyon kurulabiliyor. Böylelikle tüm görüşmelerin toplumsal cinsiyet açısından değerlendirileceği bir alt komisyonda kadınlar sürece dahil olabiliyorlar. Dolayısıyla Sri Lanka uluslararası müdahilliğin olumlu bir yansıması diyebiliriz. Ya da şu an Suriye’de içeride hiçbir çözüm mekanizması kurulamadığı için uluslararası mekanizmalara mecburen meylediliyor gibi gözüküyor. Ama bunun da birçok kez handikapları oluyor. Mesela Sri Lanka’da sonuç olarak uluslararası aktörler şunu dayatıyor: Ülkenin liberal ekonomiye dahil olduğu, silahların sustuğu bir süreç zaten yeterli deniyor, asıl meselelerin üstünün kapatılması çok mümkün bir hale geliyor. Çünkü esasen bununla ilgileniyorlar.

Tamil protestocuları, 2013’te Sri Lanka’nın kuzeyinde Jaffna şehrindeki bir eylemde hayatlarını kaybeden yakınlarının fotoğraflarını tutuyorlar.

Müzakerelere uluslararası aktörlerin dahil olmasının yanı sıra Sırbistan, Kosova ve kısmen Sri Lanka’da hakikat ve yüzleşme komisyonlarının kurulması gibi barışı inşa edebileceği inancıyla temeli 90’larda atılmış geçiş dönemi adaleti mekanizmalarına başvurulduğunu görüyoruz. Dolayısıyla kitapta bu bağlamda verilmiş mücadeleler, Sırbistan hakikat komisyonu, Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi yargılamaları ve tüm bunları kadınların nasıl tecrübe ettiklerini de anlatmışsınız. Ancak Suriye’yi hem failleri itibarıyla hem de savaşın aldığı biçim anlamında, diğer örneklerle birlikte düşünürsek, günümüzde Suriye’dekine benzer çatışmaların çözümleri için bu saydığımız mekanizmalar uygulanabilir mi ya da nasıl uygulanabilir? Bunu kitapta olmayan ama takip ettiğiniz başka örnekler varsa, Kolombiya gibi, başka güncel örneklerle birlikte yanıtlamanızı isterim.

G: Zor bir soru oldu. Aslında kitabı yazarken de biraz zorlandık. Suriye gerçekten en zorlandığımız bölümlerden bir tanesiydi çünkü savaş tüm yakıcılığıyla devam ediyor ve Türkiye’de Kürt sorununu tartışırken artık nerdeyse her zaman Suriye ile birlikte konuşur hale geldik. Çok iç içe girmiş bir süreç bu. Ama Suriye çok farklı, orada bir vekalet savaşı da yürütülüyor ve dediğin gibi şu anda çok sayıda uluslararası aktör Suriye’de savaşıyor. Ama bir yandan şu da var: Savaş 2011’de başlıyor ama öncesinde aslında çok ciddi toplumsal sorunlar var. Savaşın sebebi olan Esad rejiminin baskıları, işsizlik, yoksulluk, kimlik sorunları, Kürt kimliğinin tanınmaması, diğer kimliklere yönelik baskılar… Bütün bu sorunlarla birlikte 2011 yılında savaşın patlak vermesi ve IŞİD’in ortaya çıkmasıyla Ortadoğu coğrafyasında Suriye çok kilit ve tüm emperyalist güçlerin de odağında bir yer haline geldi. Ayrıca savaşan çok sayıda taraf var. IŞİD var, Özgür Suriye Ordusu var, ılımlı denilen IŞİD’in farklı versiyonları olan gruplar var, Kürt güçleri var, Suriye Demokratik Güçleri var ve Esad rejimi de devam ediyor. Burada kimlerle barış görüşmesi yapılacağının belirlenmesi çok zor, masada kimler olacak, aslında şu anda Suriye’deki bütün mesele bu. Tabii ki sonrasında da kim kiminle nasıl yüzleşecek nasıl hesaplaşacak bu da inanılmaz karmaşık bir süreç. Bugün 90’lardan farklı. 90’larda ulusal kurtuluş hareketleri vardı ya da ulus devletleşme süreçlerinin verdiği sancılar, tek tipleşme üzerine kurulu sistemler, ötekini yok sayan ya da kendisinin ötekisini yaratan bir ulus devlet sisteminin oluşturulmasının sancıları vardı. Savaşın sonunda Suriye gerçekten bu sistemlerin yeniden şekillendiği bir yer olabilir. Bir yandan da özellikle Kürtlerin, Kürt kadınlarının Rojava’da yürüttüğü mücadele belki de bir arada yaşamamın yeni ve güzel bir örneğini de ortaya çıkarabilecek bir deneyim. O yüzden bizi çok uçlarda düşünmeye zorlayan bir örnek.

N: Suriye meselesinde yüzleşme nasıl ve kimler arasında gerçekleşecek, barış kimler arasında olacak bunlar önemli sorular ama 90’larda da bu sorular vardı. Baktığımızda Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi var, başka mekanizmalar var ama kadınların hangi derdine derman olabilmiş, bu hâlâ kocaman bir soru. Hatta kadınları da bırakalım genel olarak savaşın mağdurları diyelim. Yani bunlar hangi sorunları ne kadar çözebilmiş? Bir yandan Türkiye’de biz hep bunu söyledik, çözüm süreci bir biçimde yeniden başlarsa muhtemelen yine söyleyeceğiz, hakikat komisyonu kurulsun, geçiş dönemi adaleti mekanizmaları işletilsin diye. Ama belki o noktaya tam gelemediğimiz, ayrıntısını tartışacak bir lüksümüz olamadığı için henüz bunların eleştirel bir tartışmasını yapmadık. Aslında bütün bunların nasıl uygulanacağının tekrar düşünülmesi gerekiyor. Kosova’da mesela tıpkı diğer mağdurlar gibi cinsel şiddete maruz kalan kadınların da savaş mağduru sayılması için daha yeni yeni bir kanun değişikliği oluyor. Bunlar yeni yeni ve çok küçük ölçekte olabilen şeyler ama aslında burası için kurulmuş koskoca bir uluslararası mahkeme var. Peki, cinsel şiddet suçlarıyla ilgili kim yargılanabilmiş? Neredeyse hiç kimse. Hâlâ çok büyük mücadele veriliyor bunun için. Bizim kurulsun dediğimiz pek çok mekanizma aslında kendi gerçekliğimiz içerisine girdiğinde belki bir sürü soruyu cevaplamayacak. Ve kitapta olmayan bir örnek ama Sierra Leone ile ilgili bir şey geldi aklıma. Mesela orada yürüyen yüzleşme mekanizması tamamen bambaşka ve belki buradan baktığımızda hiç düşünemeyeceğimiz bir şey. Kabaca anlatırsam, bir köyde örneğin bir kadına cinsel şiddet uygulayan bir komşusu ya da akrabası var. Kadın grupları bütün bu failleri ve mağdurları bir araya getirip köy meclisi ya da forum gibi ortamlarda belli ara bulucular eşliğinde birbirleriyle yüzleştiriyor ve mümkünse mağdurun faili affetmesini sağlayacak bir yöntem işletiyorlar. Biz birlikte yaşıyoruz ve sonsuza kadar böyle devam edemeyiz, barışmamız daha iyi diyorlar. Tabii kadın buna razıysa yapılıyor. Böyle bir deneyime Türkiye’den bakınca çok da bir yere oturtamıyoruz. Bu yüzden yerel dinamikler yüzleşme mekanizmalarını oldukça farklılaştırıyor diyebiliriz. Her durum için çok ayrıntılı ve kadınların ihtiyaçlarına göre yeni şeyler düşünmek de gerekebilir.

G: Mücadeleler de dönüştü aslında. 90’lardaki kimlik üzerinden ilerleyen ulusal kurtuluş hareketlerinden çok farklılaşan mücadele biçimleri ortaya çıktı 2000’lerde ya da kimlik hareketleri farklı türden direnişlere dönüştü. Sivil inisiyatifler ve sivil direnişler ortaya çıktı ve çoğaldı. Mücadelelerdeki bu dönüşüm, çözüm ve geçiş dönemi adaleti mekanizmalarına da yansıyan bir şey olacaktır. Öznelerin de farklılaştığı bir süreçteyiz esasında, sadece kadınlar dediğimizde bile bir kimliğe sıkıştırılmış insanlardan bahsediyoruz. İçerisinde farklılaşan özneler var.

N: Bu zaten geçiş dönemi adaleti kuramının ve pratiğinin temel sorusu. Yani çok cezbedici görünen bir vaadi var ama hiçbir deneyimde de tam olmuş dedirtmiyor. O kadar çok açmazı var ki. Ama bir yandan her deneyimde tekrar dönüp uygulaması üzerine düşünmek gerekiyor.

İsrail’in kuzeyindeki Roş Hanikra’dan Kudüs’e Yahudi ve Arap kadınların 14 günlük Umut Yürüyüşü (the March of Hope).

Kadınların bu süreçlerin işletilmesindeki problemlere nasıl işaret ettiklerini ve barışı toplumsallaştırabilmek için kendi özgün yöntemlerini ve alternatifleri yaratmalarını da anlatıyorsunuz. Kadınların barış mücadelesinin bu ayağına dair ne söylemek istersiniz?

N: Suriye için çok somut bir öneri yapamıyoruz ama kadınların mücadelesinden pek çok özgün uygulama bulabiliyoruz. Örneğin Yugoslavya genelinde kurulan kadın mahkemesi. Bir çeşit mahkeme türü o da ama kullandıkları yöntemler farklılaşıyor. Etnik meselenin çok büyük rol oynadığı çatışmanın sonrasında eski Yugoslavya ülkelerinden kadın aktivistlerin bir araya gelip yaptıkları bir şey. Ve feminist yöntemlerle yapıyorlar. Büyük ceza mahkemelerinde bir kadın çıkıp nasıl cinsel şiddete uğradığını, failin kim olduğunu anlatmak istemeyebiliyor çünkü sonunda yaşayabileceği şeylere dair bir önlem mekanizması yok. Ya da kendini bunu yapacak güçte hissetmiyor veya böyle bir duygu durumunda değil. Ama kadınların birlikte ördüğü mücadeleyle bunu yapacak bir ortam sağlanabiliyor. Kosova’da seneler sonra kadınlar, dayanışmaya dayalı başka bir sürecin sonunda artık yaşadıklarını anlatabiliyor, yeni yeni davalar açılıyor. Ama bu, siyasi elitlerin ya da uluslararası mekanizmaların devreye girmesiyle olmamış. Kadınların birbirini güçlendirmesi, dayanışmaları ve bir biçimde güven ortamını sağlaması sonucu şimdi bunu yapabilmeye başlamışlar. Dolayısıyla kadınlar için çözüm yine kadın dayanışmasından geliyor.

Sri Lanka’da tarafların birbirine güvensizlikleri dolayısıyla doğrudan görüşmedikleri dönemde, kadınların arabuluculuk yaptıklarını anlatıyorsunuz kitapta.

G: Çok güvensiz başlayan görüşmelerde kadınlar arabuluculuk rolünü üstleniyorlar. Çok da büyük bir etkisi oluyor ve Norveç’in de dahil olmasıyla süreç başlayabiliyor. Uluslararası mekanizmalara eleştirel olarak baktığımızda Batı merkezli yaklaştıklarını görüyoruz. 90’larda Sırbistan-Bosna deneyimine fazlaca odaklanıp, tecavüz üzerine gidilirken aynı dönemde Ruanda’daki katliamı görmeyen bir şey haline de gelebiliyor. Bu eleştirilebilir bir nokta. Kadınların tabandan kendilerini örgütleyerek, güçlendirerek yaptıkları mücadeleler ya da ortaya çıkardıkları alternatif yöntemler bu durumda çok değerli hale geliyor. Zaman zaman uluslararası mekanizmalara da başvuruyorlar aslında. Örneğin Sri Lanka’da kayıp bir askerin annesi olan, kitapta da bahsettiğimiz, Visaka BM 1325 kararına referansla özellikle Amerika’daki uluslararası kadın örgütleriyle ilişkiler geliştirerek, BM ile Sri Lanka’da çalışmalar yürütmeye çalışıyor. İçerisinde bulunduğu dernekle birlikte. Bu mekanizmalara araçsal olarak başvurulabilir ama kadınlar kendilerini güçlendirecek ve bulundukları yerelden kendi yollarını bulacak biçimde örgütlenmedilerse uluslararası mekanizmalar tersi bir yere götürebiliyor. O yüzden örgütlülük, özellikle kendi alternatif yöntemlerini buluyor olmaları gerçekten çok kritik bir şey.

Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Demos’daki çalışmalarınızdan da kısaca bahseder misiniz?

N: Biz biraz barış süreçleri ve çatışma çözümlerinde toplumsal aktörlerin perspektifine odaklanan çalışmalar yapmak istiyoruz. Önümüzdeki süreçte başka örnekleri de incelemek istiyoruz. Kolombiya bunların başında geliyor. Orada kadınların sürece katılımı güzel bir örnek sunuyor bizim için de. Belki Türkiye’ye dair de benzer bir çalışma yaparız, ne zaman olur bilemesem de. Bu kitap başlangıç çalışması gibiydi. Planladığımızdan daha kapsamlı ayrıntılı bir şey oldu. Daha küçük bir şeyle başlamayı düşünüyorduk aslında. Umarım daha fazla insan ve daha fazla çalışma da gelmeye devam eder. Ayrıca bu yıl içinde kitap üzerinden deneyimleri tartışabileceğimiz bir etkinliğimiz olacak. Bunun dışında bir de Türkiye’de barış mücadelesi veren kadınları güçlendirecek materyaller üretmek de bu sene yapmayı hedeflediğimiz çalışmalar arasında.

G: Kitapta Türkiye’yi anlatmıyoruz. Yapmaya çalıştığımız, kitabı okuyanların Türkiye’yi de düşünerek, burayla kıyaslayarak gidebileceği şekilde diğer deneyimleri anlatmaktı. Umarım buna imkân vermişizdir. Bizi de mutlu eden biraz oydu. Ayrıca Türkiye’ye de bakmak gerekebilir. Bulunduğumuz noktada Türkiye’de savaş ortamının yanı sıra faşizme giden bir süreç yaşıyoruz, her yerde saldırı altındayız. Kadınlar özellikle saldırı altında ama işçiler, emekçiler, Aleviler de saldırı altında. Savaşın da ötesinde ağır bir duruma da dönüşmüş durumda. Bir arada bulunmak ve o hali korumayı çok değerli buluyorum. Ama bir arada durmaya devam edip birbirimizi nasıl güçlendirebileceğimizi daha derinlikli tartışmamız ve bu yönde hızla ilerlemememiz gerekiyor gibi geliyor bana.

Bu güzel sohbete vakit ayırdığınız için teşekkür ederim.

——–

Kitabı edinmek için [email protected] adresine e-posta yollayabilirsiniz.

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.